CEBİNDEN özenli ve yavaş hareketlerle çıkarıp elime uzatmıştı.

Tereddütlü bakışlarımı gördüğünde “Açabilirsin, çekinme” dedi. Açtım.

Son yazdığı şiir olduğunu belirtti ama defterden kopartılan bu yaprak öylesine eskiydi ki ilk anda inanamamıştım.

“Yok yahu eski bu” dedim. “Yaprak eski ama şiir yeni” demişti.

On sene evvel başladığı üç dizelik şiiri yeni bitmiş meğer.

Eskiyle yeni bir aradaydı yani.

OKUMAMI istemişti. İlk bana gösteriyordu.

İyi bir şair olduğunu sanırım bir tek ben biliyordum zira hiçbir yerde yayınlamıyordu.

Dost ortamlarında da açığa çıkarmıyordu. Bu sebeple o buna itiraz etse de kendisine “Şiirlerini saklayan şair” diyordum.

“Saklasam sana gösterir miyim avcı” diyordu cevaben.

Bu diyalog yine eksiksiz tekrar edilmişti. Zira bu yıllardır bizim repliğimiz olmuştu.

“ACININ KALBİ” ismini taşıyordu şiir.

Sebebini tam kestiremiyorum ama isminden olsa gerek şiiri hemen okuyamadım.

Yanımızdaki banka oturup denizi seyretmeye başladık.

Geçen şilepleri izledik, gözlerimizle gemileri takip ettik. Dalışlar yapıp yeniden havalanan martılara selam çaktık. Lafı oraya buraya çekiştirdik. Havadan, sudan, sıcaktan ve nemden bahsettik.

Ben pek alakası olmasa da sürekli döküp yenilemek zorundan kaldığım evde nemlenen tuzdan bahsettim uzun uzun.

Bu duruma ne kadar sinir olduğumu izah etmeye çalıştım.

Bu defa o bana sinirlendi. “Avcı neden okumuyorsun şiiri. Ben bunu sana ne heyecanlar taşıyarak getirdim yılın bu en sıcak gününde” diye çıkışıyordu.

Haklıydı.

Gerçekten bu sıcakta dışarı çıkmak pek akıl kârı sayılmazdı ama dost elinden gel olursa Neşet Ertaş’ın dediği gibi durulmazdı.

Duramamış gelmiştim işte ama bu sıcakta gördüğüm muamele reva mıydı?

Güneş ışınlarının derimize bıçak gibi saplandığı şu günde yapılacak iş miydi bu Allah aşkına?

Hadi ille gösterecek akşam serinliğinin ne kabahati vardı? Gecenin melteminde daha keyifli bir paylaşım olmaz mıydı mesela?

Olurdu bana göre hem de çok güzel olurdu.

Bir defasında ağzımdan “Söz avcısı olmayı severim” şeklinde bir lakırdı döküldü diye bu sıcakta hesabı benim mi ödemem gerekiyor illa?

MARUZ kaldığım psikolojik baskının tazyiki yüksekti.

Kaçarı yoktu belli ki.

Alnımın boncuk boncuk terlemesine, güneşli günde normal gözlük takamayışıma filan hiç aldırış etmiyordu. İlla okunacaktı.

Okudum bende çar naçar.

DİZLERİMİN bağı çözüldü.

Nefesim daraldı, gözüm kararır gibi oldu.

Başımın döndüğünü belli etmemeye çalışarak boğazımı konuşmak için temizliyormuş gibi yapsam da durumu kurtaramıyordum.

“Bir başka vakit konuşalım mı?” teklifinde bulunsam kesin beni dostlar künyesinden çıkarırdı.

İşin aslı şu ki; söyleyebilecek bir kelamım bile yoktu.

Acıyı keskin bıçaktan daha keskin anlatmak şart mıydı?

Birileriyle iddialaşmış veya yemin mi etmişti?

Bu etkili zehrin insanın kalbi dahil tüm hücrelerine saniyesinde hücum edeceğini bilmiyor olabilir miydi? Hayır.

O zaman bu neyin nesiydi, ne dönüyordu burada?

Aklımdan geçen bu düşünceleri alenen söyleyemezdim. Kırılırdı. Onun kırılmasını hiç istemezdim ama ben de bir insanım.

Bir kapasitem, bir istiap miktarım var değil mi?

Daha fazla bekletmeyi göze alamayarak tek bir cümle kurmaya niyet ettim ve gözlerine acılı bir kıvranışla bakarak “Acının kalbi var da avcının yok mu imanım?” dedim.

Duraladı.

“Tam anladım, gece konuşuruz” diyerek elimden alıp gitti.

Gece konuştuk mu peki derseniz evet, konuştuk.

Belki bir gün anlatırım.

Ya Selâm.