MÜNİH GÜVENLİK KONFERANSI VE TÜRKİYE
Bu yıl 53’üncüsü düzenlenen Münih Güvenlik Konferansı 17-19 Şubat tarihlerinde Almanya’da icra edildi. Bu Konferansın en önemli özelliği dünyadaki güvenlik sorunları ve politikaları alanında en önemli uluslararası toplantı özelliğini taşımasıdır. Yani Davos Toplantıları dünya ekonomisi için nasıl bir ehemmiyet taşıyorsa, Münih Toplantısı da dünya güvenliği alanında aynı önemi taşımaktadır. Bu toplantıda tüm yönleriyle dünya güvenliği masaya yatırılmakta, kriz alanlarıyla ve güvenlik sorunlarıyla ilgili meseleler tartışıldıktan sonra geleceğe yönelik öneriler yapılmaktadır. Dünyadan 500’ün üzerinde siyasetçi, bürokrat, devlet adamı, güvenlik uzmanı, uluslararası örgüt temsilcileri bu toplantıya iştirak etmiştir. Türkiye, başta Başbakan Binali Yıldırım olmak üzere, Milli Savunma Bakanı Fikri Işık, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın iştirakiyle konferansa yüksek düzeyde bir katılım sağlamıştır.
Münih Konferansında tartışmalara konu olan birçok siyasi ve güvenlik meseleleri gündeme gelmiştir. Örneğin; İngiltere’nin AB’den ayrılması bunun ve AB’nin geleceğine muhtemel etkileri, Başkan Trump’ın seçilmesinden sonra uluslar arası sistemin geleceği ile ilgili kaygılar, NATO ittifakı içersinde ortaya çıkan anlaşmazlıklar, Ortadoğu’daki Krizler, Çin ve Kuzey Kore kaynaklı Asya Pasifikte oluşan gerginlikler, Ukrayna Krizi, Avrupa’da başlayan milliyetçi akımlar, mülteciler meselesi, yükselişe geçen uluslararası terör ve silahlanma yarışı gibi meseleler Konferansta yoğunlukla ele alınmıştır.
Sonuç olarak aşağıda özetle belirtilen muhtemel gelişmelerin uluslararası sistemi ve güvenliğini olumsuz etkileyeceği belirtilmiştir: 1) İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemlerden bu güne kadar olan süreçte, Uluslararası güvenliğin bu kadar kırılgan ve tehdit altında olmadığına dair duyulan endişe ve kaygılar; 2) ABD’nin kendi iç kıtasına yönelerek uluslararası sorumluluklarını azaltmasının güç boşluğunu artıracağı endişesi; 3) ABD’nin ağırlığını Asya-Pasifiğe yöneltmesi Çin’in tepkisine ve dolayısıyla da yeni bir kriz alanı oluşmasına sebep olacaktır; 4) 2017 yılında birçok ülkede seçimler nedeniyle reformların yavaşlama ihtimali ve bunun ekonomi ve sosyal alanlara olumsuz etkilerine yönelik öngörü; 5) Mevcut krizlerin devamının Ortadoğu ve Afrika’da yeni krizlere ve Batı aleyhtarlığının yükselmesine sebep olacağına yönelik duyulan endişe; 6) ABD-Kuzey Kore arasında gerginliğin artmasına yönelik öngörü; 7) Afrika’da istikrarsızlığın yaygınlaşma potansiyeli üzerine duyulan endişeler.
Konferansta, Türkiye’ye de jeopolitik önemi dolayısıyla önemli bir yer işgal etmiştir. Türkiye’nin durumu ABD-AB ilişkileri çerçevesinde Konferansın raporlarında yer almıştır. Buna göre, her ne kadar Türkiye-Batı ilişkileri arzu edilen düzeyde değilse de her iki tarafın birbirine olan güvenlik ihtiyacı açıktır. Bunun için siyasi ve güvenlik alanında tarafların işbirliği yapması gerekliliği üzerinde durulmuştur. Ancak, sorunun kaynağına inildiğinde, eğer Türkiye ile Batı arasında problemler giderilemediyse bunun sorumluluğu Ankara’da Batı Başkentlerinde ve Waşington’dadır. Zira gerek genel olarak Ortadoğu Krizlerinde, gerekse de özel olarak Suriye İç Savaşı meselesinde Türkiye’yi yalnız bırakan Batılı müttefikleridir. Türkiye’yi bir tarafa bırakarak Suriye ve Irak’ta bir terör örgütü olan DAİŞ’e karşı yine bir başka terör örgütü olan PYD-YPG’yi destekleyen bunlardır. Yanlış hesapla doğru bir sonuca ulaşılamaz. Atalarımız ‘Yanlış hesap Bağdat’tan döner’ demişlerdir ama hala Batılı güçlerin yanlış politikalarına devam ettiğini görmekteyiz. Dolayısıyla, uygulanan yanlış politikalar, Suriye’de sivil kayıpların artmasına, mülteci sorunlarının yaygınlaşmasına ve mevcut krizin büyümesine sebep olmuştur.
Sonuç olarak, Münih Konferansı sonuçları, bugünkü uluslararası siyasetin güvenlik ve geleceği için alarm zillerinin çalmakta olduğuna dair net işaretler vermektedir. Başta Ukrayna ve Suriye Krizleri olmak üzere, Ortadoğu, Afrika ve Asya-Pasifikte gittikçe şiddetini arttıran uluslararası rekabet bugünkü dünyayı neredeyse İkinci Dünya Savaşı öncesi benzer durumlarla karşı karşıya bırakmıştır. Bölgesel krizler Türkiye gibi bölge ülkelerinin işbirliğiyle, küresel krizler ise kolektif bir güvenlik anlayışının geliştirilmesiyle önlenebilir. Bu konuda tarihe müracaat etmek yeterli olacaktır.