Küresel ve bölgesel politikaların kıskacındaki Kudüs
Modern Ortadoğu tarihindeki tüm sorunların anası olan özelde Kudüs Meselesi ve genelde de Filistin meselesinin çözülememesinin yegâne sebeplerinden biri, bu meselenin küresel ve bölgesel politikaların çıkarlarına alet edilmesidir. Onun içindir ki Filistin’i barış ve huzur içinde tam 4 asır yöneten Osmanlı Devleti bölgeyi uluslararası siyasi çatışmaların dışında tutmaya çalışmıştır. Filistin Mutasarrıfı Kudüs’ün bu hassas durumunu İstanbul’a yazdığı bir raporda şöyle ifade etmişti: ‘El Kuds-i Şerif Cevelangah-ı Musa, Mehdi-yi İsa Mirac-ı Muhmammedi ve Nazargah-ı alemdir’. Kısaca bu cümlede Kudüs’ün 3 dinin merkezi olduğu ve bunun için de dünyanın dikkatinin yoğunlaştığı bir bölge olduğu ifade edilmektedir.
Ancak, ilk defa Napolyon Bonapart’ın 1798 yılında Mısır’ı işgal etmesiyle bölgeye sızmaya başlayan emperyalizm bölgeyi uluslararası sistem ve siyasetin çekişmelerine açık hale getirmeye başlamıştır. Nitekim Napolyon bir yıl sonra ilk defa Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması fikrini ortaya atmıştı. Sonraki süreçlerde takip edilen emperyalist politikalar 19’uncu yüzyılın ortalarından itibaren Siyonist oluşum ve projelerin ortaya çıkmalarına sebep olmuştur. Özellikle 1890’ların sonundan itibaren etkisini arttıran Siyonist faaliyetler bölgenin sosyo-kültürel yapısı ve siyasi iklimini bozmaya başlamıştır. Ve Neticede Aralık 1917’de Kudüs’ün işgal edilmesinden sonra bölgedeki barış ve huzur iklimi bu sefer siyonizmin ve uluslararası siyasetin menfaatlerine
Kurban edilmiştir.
Daha sonraki süreçte ise bölgede bir başka uluslararası tezgâh peydahlanmıştır. BM Genel Kurulu 29 Kasım 1947’de aldığı bir kararla bölge halkları ve devletlerinin taleplerini hiçe sayarak Filistin’i, Yahudi ve Araplar arasında bölmüştür. Zira BM’nin çizdiği sınıra göre Arap Devleti, Filistin topraklarının yüzde 43’ünü, Yahudi Devleti ise yüzde 57’sini teşkil etmekteydi. Hâlbuki bunca sene devşirilen Yahudi nüfusa rağmen Araplar nüfus bakımından Yahudilerin iki katından daha fazla bir nüfusa sahiptiler. Bu durumu fırsat bilen Siyonist örgütler 14 Mayıs 1948’de David Ben Gurion başkanlığında İsrail devletini kurmuşlardır. Bu durum ise bugün Ortadoğu’da şahit olduğumuz birçok siyasi problem ve kargaşanın kaynağını teşkil etmiştir. Bu olayın akabinde patlak veren Arap-İsrail savaşları ise bu problemlerden sadece bir tanesiydi. İsrail saldırıları ve ‘Nakba’ felaketi neticesinde yerlerinden yurtlarından edilen 1 milyon civarındaki Filistinli Mülteciler ise bir diğer önemli sorunu oluşturmuştur.
1947 kararı çerçevesinde BM vesayetine bırakılan Kudüs’ün Batısı 1948 yılında Doğu kısmı ise 1967 savaşından sonra İsrail tarafından işgal edildi. Sovyetler Birliği ve Batı bloğu karşıtlığında şekillenen uluslararası çıkar oyunları ve güç dengeleri Ortadoğu’yu bir gayya kuyusuna sürüklerken bölgesel rekabet ve çıkar mücadeleleri ise Ortadoğu’daki istikrarsızlığı arttırmıştır. Eğer Arap devletleri İsrail karşısında yenilgiye uğradıysalar bunun başlıca sebeplerinden biri aralarındaki rekabet ve çatışmalar sebebiyle bir birlik oluşturmamalarıdır.
Son günlerde Kudüs meselesi Başkan Trump’ın açıklamalarıyla tekrar ısıtılmaya başlanmıştır. Ortadoğu’nun Son dönemlerde içinden geçtiği çalkantılar yetmezmiş gibi ABD Başkanı’nın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacağını ifade etmesi bölgedeki yangını körüklemekten başka bir işe yaramayacaktır. Başkan Trump’ın bu kararını uygulaması halinde, bu durumun sadece bölge siyasetiyle sınırlı kalmayacağı küresel politikalara da ağır yansımaları olacağı gözden ırak tutulmalıdır. Türkiye yine sorumluluk alarak uyarılarda bulunmuş ve böyle bir durumun sebep olacağı vahim sonuçları başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere Türk Devlet yetkilileri açıklamıştır.