“Gerçek hayatın sıcaklığını kaybettiğimizde, dijital dünyanın soğuk ışıkları altında kaybolmuş ruhlarımızı bulmak için tekrar dokunmaya ihtiyaç duyarız.Aslında her birimiz fotoğraf karelerinde donmuş imgelere dönüşüyoruz.”
Hatırlar mısınız? Hani bir zamanlar, insanların birbirine dokunarak, göz göze gelerek iletişim kurduğu bir dünya vardı. Masalların sıcaklığı, dostlukların samimiyeti, sevginin en derin halleriyle yoğrulmuş bir yaşam! Ancak zamanla, bu sıcak dünyanın yerini soğuk ekranlar aldı; dijital bir evrende kaybolan gerçeklik, mahremiyetimizi birer birer silip süpürmeye başladı.
Dijital dünyanın sunduğu muazzam olanaklar, hayatımızı kolaylaştırırken, her birimiz derin bir mahrumiyetin pençesine düştük. O masum anların yerini alan sanal etkileşimler, birer karaltı gibi ruhumuzu sarmaladı. Bizler, arkadaşlarımızla bir araya geldiğimizde paylaştığımız gülüşlerin, bir kahve eşliğinde yapılan sohbetlerin yerini, bir mesajın soğuk ve uzak kelimeleriyle doldurduk. Oysa gerçek hayatta, bir gülümsemenin ardında yatan duygular, bir dokunuşun sıcaklığı, bize ait olan bir mahremiyetti ve insan olmamızı hatırladığımız anlardı…
Bir masal düşünelim; her akşam güneş batarken, küçük bir kasabada insanlar bir araya gelir, hayallerini paylaşırdı. Göz göze geldiklerinde, kalplerinin derinliklerindeki sırlar açığa çıkar, birer birer birbirlerine sarılarak mutluluğun sıcaklığını hissederlerdi. Ama dijital çağın pençesinde, o kasaba yerini sanal odalara bırakmış durumda. Artık herkes, kendi karanlık köşesinde yalnız başına oturmakta; bilgisayar ekranları arasında kaybolmuş ruhlar, birbirine dokunmadan yalnızca klavye tuşlarına basarak iletişim kurmakta…
Bu dijital evrende, mahremiyet bir masalın içinde kaybolmuş gibi hissediyoruz. Paylaşılan anılar, sosyal medya platformlarının sonsuz akışında kaybolurken, gerçek hayatta yaşadığımız anların değeri silikleşiyor. Bir fotoğrafın altına yazılan birkaç soğuk kelime, gerçek duygularımızı ifade etmenin yerini alamaz. Oysa, bir gülüşün, bir gözyaşının ya da bir sıcacık sarılmanın arkasında yatan anlamlar, dijital dünyada kaybolmuş durumda.
Kayıplarımız, dijital dünyanın sunduğu sahte mutlulukların gölgesinde saklı kalıyor. Sevdiklerimizle geçirdiğimiz o güzel anların hatıraları, telefonlarımızda birer simge haline gelirken, içsel huzurumuzdan mahrum kalıyoruz. Gerçek bir dostluk, yalnızca bir tık uzağımızda olmanın ötesinde, kalplerin birbirine dokunmasını gerektirir. Ama şimdi, o dostluklar bile ekranda parlayan birer avatar haline dönüşmüş durumda ve “mutluyuz!”
Bir başka masal örneği daha vereyim; bir zamanlar, ay ışığı altında dans eden bir grup çocuğun neşesi, etraflarındaki büyülü dünyayı sarar; hayal gücünün sınırları yoktur. Ancak günümüzde, o çocuklar, parmaklarıyla ekranlara dokunmaktan başka bir şey yapamaz hale gelmiştir. Oynadıkları oyunlar artık sanal bir evrende kaybolmuşken, gerçek hayatın sunduğu güzellikler göz ardı edilmektedir. O masumiyet, dijital dünyanın karmaşasında kaybolmuş; hayal gücü, soğuk bir ekranın ardında sıkışıp kalmıştır. Yanisi şu ki; dijital dünyanın gerçek hayatın mahrumiyetini derinlemesine sorgulamak zorundayız. Kayıplarımızı, yalnızlıklarımızı ve özlemlerimizi bir araya getirerek, tekrar o masalsı dünyaya dönebilir miyiz? Marshall McLuhan’ un şu sözü cevap veriyor belki de bize; “Teknoloji, insan ilişkilerini derinleştirmek yerine, yüzeysel birer simgeye dönüştürüyor.” Mahremiyetimizi yeniden kazanmak, yalnızca dijital çağın sunduğu olanakları değil, aynı zamanda ruhumuzun derinliklerindeki sıcaklığı da yeniden hissetmek demektir. “ Belki de gerçek hayatın sunduğu her anı, yeniden değerlendirerek, kaybolmuş masalımızı tekrardan yazabiliriz.