Bundan önce “Kamu Bürokrasisinde Ulaşılmazlık Sorununu” yazmıştım. Şimdi de “Kamu Bürokrasisinde Saltanat Sorununu” yazacağım. Bu iki yazı birbirini bütünlüyor.
Bundan önce 'Kamu Bürokrasisinde Ulaşılmazlık Sorununu' yazmıştım. Şimdi de 'Kamu Bürokrasisinde Saltanat Sorununu' yazacağım. Bu iki yazı birbirini bütünlüyor.
Yazıma Polonya'nın başkenti Varşova'da yaşadığım bir anımla başlayayım.
2009 yılında mıydı, 2010 yılında mıydı Polonya'ya bir görev için gitmiştim. Varşova'da Devlet kurumlarını da görevimiz gereği ziyaret ediyorduk. Varşova'daki Devlet kurumlarının ihtişamdan yoksun ve sade hali dikkatimi çektiği gibi, bizim Ülkemizde rastladığımızın tam tersi bir durumla karılaşmıştım. Ne forslu özel kalem odaları, ne forsu Bakan ve Bakan Yardımcısı odaları, ne forslu Genel Müdür odaları hiçbiri yoktu. Hatta ben ziyaret sırasında ekipten ayrıldım. Kendi kendime geziyordum. Gezdiğimiz kurum Polonya Maliye Bakanlığı idi. Birden kendimi Maliye Bakanının odasında bulmuştum. Ne bir özel kalem, ne zabıta gibi dolanan korumalar hiçbir şey yoktu. Her şey oldukça sade ve oldukça doğal idi orada.
Kamu bürokrasisinde saltanat sorununun anlatırken anılara gittim yine. Başka bir anı canlandı zihnimde. Derdim anı anlatmak değil elbette.
Derdim Ülkemizdeki Kamu Bürokrasisindeki bu saltanatı gözler önüne sermek.
Anılarla derdimi anlatmaya devam edeyim.
Aşağıdaki anı da Türkiye'den.
İsmini ve yerini söylemeyeyim. Yılını da tam hatırlamıyorum. 2013 mü idi, 2014 mi idi? Bir İlimizde yeni kurulan Üniversite Rektörünü ziyaret edecektim. Bu ziyaret resmi değil, tamamen arkadaş ziyaret idi. O zamanki Rektör arkadaşımdı. Rektörlük binası yeni yapıldığı gibi devasa fakülte binalarını da o İlde inşa etmişlerdi. Rektörü ziyaret için binaya girdim. Girişte onlarca özel güvenlik görevlisi, danışma görevlileri şahsımı karşıladı. Asansörlere bindik. Rektörlük katında indik. Hava ve saltanat müthiş. Tabi asıl saltanat ve hava Rektörün odasında idi. Odaya girmeden yanılmıyorsam iki özel kalem odası geçtik. Bir kapıdan diğer kapıya geçe geçe ilerledik ve nihayet Rektörün makam odasına ulaştık. Kapıyı açtım ki, Rektör sanki 50 metre ileride oturuyor. Odası uzun mu, uzun. Git git bitmiyor. Nihayet Rektöre ulaştık ve elinden tutarken 'Bana mobbing uygulama' diyerek yarı şaka, yarı gerçek kendisine takıldım. Rektör dedi ki, 'hayırdır ne mobbingi?' Ben de kısaca şöyle dedim: 'Bir makam odası ne kadar gösterişli ve ne kadar ihtişamlı ise, içeriye giren o kadar tesiri altında kalır ve eşyalar ve gösterişli mobilyalar arasında ezilir ve küçülür' dedim.
Evet, mobbing, yani psikolojik taciz yalnız söz ve davranışla olmaz, kişiler gösterişli makam odaları ve şahşahalı mefruşatla da mobbinge maruz kalabilirler.
Osmanlı gösteriş ve şahşahayı yalnız yabancı Ülkelerin Elçilerine karşı uygulamıştır. Yabancı Ülkelerin Elçileri karşılanırken ayır bir yerde karşılanır ve o karşılanan yer fors ve gösterişle donatılırdı. Ancak Padişahların yaşadıkları Topkapı Sarayı'nı gezin tevazu ve samimiyetten başka bir şey görmezsiniz.
Osmanlı'dan şimdi günümüze gelelim. Kamu bürokrasisinde bu saltanat ve gösteriş ne böyle!
Biz bize mi hava atıyoruz? Biz kendi vatandaşlarımıza mı mobbing uyguluyoruz. Yazık ve ayıp ya! Türkiye'de bürokrasideki saltanat ve şahşaha kesinlikle ayıp ve yazık.
Özel kalemden önce özel kalem müdür yardımcısı odası, özel kalem müdür yardımcısı odasından önce ön büro, ön bürodan önce bilmem ne büro, daha makam odasına gelmeden ıvır-zıvır, işkence gibi formalitelerle dolu nice aşamalar geçerek Devletlûlara ulaşmaya çalışıyor bu Millet.
Ayıptır, yazıktır. Kamu bürokrasisindeki saltanat sorunu yalnızca binalarla ve gösterişli makam ve özel kalem odalarından ibaret değildir.
Daha nice saltanat var. Kamu bürokrasisinde unvan ve kadro saltanatı da var.
Kamu'da Genel Müdür, Genel Müdür Yardımcısı, Daire Başkanı, Daire Başkan Yardımcısı, Şube Müdürü, Şef, Memur gibi dikey sıralamalar içerisinde ve ara kademelerde o kadar unvan ve kadro avr ki, say say bitmez.
Kamu'da yalnızca işleri uzatan ve formaliteden öteye gitmeyen nice görevler ve görevliler var. Klasik ve eski usulle bir birim kur, yöneticiler ata, onlara kadro zırhı sağla, genel müdür, daire başkanı gibi forslu unvanlar ver ve ondan sonra da iş bekle. Olmuyor. İşler yürümüyor.
Yatay hiyerarşi gereklidir. Yatay hiyerarşide bir proje vardır ve projenin de koordinatörü vardır. Herkes bu projede çalışan birer neferlerdir. Kadro da yok, unvan da yok. Yalnızca proje ve iş var. İşte benim kamu yönetiminde görmek istediğim bu.
Tabi, bu durum bazılarını rahatsız eder. Saltanata ve kamu imkanlarından tepe tepe yararlanmaya odaklanmış çevreler benim bu önerimin hayata geçirilmesini istemezler. Onlar istemese de Milletin hayrına olan neyse, o hayata geçirilmelidir.
Yazımın en sonunda iki fıkraya yer vererek huzurlarınızdan ayrılmak istiyorum.
Birincisi Temel fıkrası.
Temel ve Dursun bir gün yolda ilerlerken, nasıl olduysa oluyor işte, dışarıdan keskin ve sert bir cisim Temel'in eline çarpıyor ve elinde bir kanama meydana geliyor. Hemen en yakın bir sağlık kurumuna tedavi için gidiyorlar. Temel, Dursun'a diyor ki, 'sen şurada bekle, ben hemen tedavi olup gelirim' diyor. Dursun dışarıda beklerken Temel o sağlık kurumuna giriyor. Temel tabelalara bakarak ilerliyor. 'Ayakta mı, yataklı tedavi' yazan levhalardan 'ayakta tedavi' işaretinde yürüyor. Sonra başka iki levha ile karşılaşıyor. 'Kanamalı mı, kanamasız mı yaralanma' yazan levhalardan 'kanamalı yara' işaretin gösterdiği yere doğru yürüyor. Sonra 'ağır mı, hafif mi' yazan levhalardan 'hafif' yazan levhanın gösterdiği istikamette yürüyor. Birkaç işaret levhasından sonra Temel kendisini dışarıda ve başladığı yerde Dursun'un yanında buluyor. Dursun soruyor: 'Bu hastane nasıl, memnun kaldın mı?' Temel bu soruyu kısa ve net olarak cevaplıyor: 'Organizasyon mükemmel, hizmet sıfır.'
Bugün birçok Devlet dairesindeki durum budur. 'Organizasyon cafcaflı, hizmet diplerde.'
Son fıkra:
'Devlete ait bomboş bir arazi vardır. Bu araziye hafriyat ve atık dökülme ihtimali olduğu için 'bekçi' alınmasına karar verilir. Bu bomboş arazi için bekçi kadrosu tahsis edilir ve bekçi çalıştırılmaya başlanır. Sonra bu bekçiyi kontrol etsin diye, bir memur işe alınır. Memur işe başladıktan sonra, işlerin muhasebesi için, bir de muhasebeci işe alınır. Bekçi, memur ve muhasebeci olan yerde şef olmaz mı? Bekçi, memur, muhasebeci derken, bu kişilerin başlarına bir de şef atanır. Şef atandıktan sonra bir de birim kurulur. Birimin adı da cafcaflı bir şekilde belirlenir: 'Devlet Arazisini Koruma ve Kontrol Şefliği' Bomboş ve işe yaramaz bir araziyi korumak için Şeflik şeklinde bir birim kurulmuştur. Hatta bu Şeflik, Müdürlük seviyesine çıkartılmaya çalışılır da o kadarı da 'artık ayıp olur' diye düşünürler. Gün gelir Devlette kriz çıkar ve tasarrufa gidilmesine karar verilir. Ve bu zincirin en zayıf halkası olarak görülen 'bekçi' işten çıkartılır. Diğerleri yerlerini korur. Halbuki, diğerleri 'bekçiyi' kontrol etmek için işe alınmıştır. Bekçi işten atılmış olsa da diğerleri yerlerini korumuştur.
Gülünç değil mi? Gülüyoruz, ağlanacak halimize.