BİR Müslümanın kalitesini, derecesini, mânevî rütbesini anlamanın ölçüleri, kıstasları vardır.

Birincisi: İnançları doğru olacak… Sapık, bozuk, çarpık, yanlış inançlara sahip kimseden hayır gelmez.

İkincisi: Samimî ve gerçek dindar olacak. Şarlatan, soytarı, din sömürücüsü, münafık, ikiyüzlü, hokkabaz olmayacak.

Üçüncüsü: Kur’an ve Peygamber (Salat ve selam olsun ona) ahlakı ile ahlaklı faziletli dosdoğru Müslüman olacak.

Dördüncüsü: Yalan söylemeyecek, kimseyi aldatmayacak.

Beşincisi: Verdiği sözden dönmeyecek.

Altıncısı: Emanetlere hıyanet etmeyecek.

Yedincisi: Haram yemeyecek.

Sekizincisi: Şüpheli kazançlardan uzak duracak.

Dokuzuncusu: Lüks, israflı, aşırı tüketimli, gösterişli bir hayat sürmeyecek mütevazı olacak.

Onuncusu: Adaletli ve insaflı olacak.

On birincisi: Ya olduğu gibi görünecek yahut göründüğü gibi olacak.

On ikincisi: Şahsî malı, serveti temiz ve şeffaf olacak.

On üçüncüsü: Zekatını Kur’ana, Sünnete, Şeriata, fıkha uygun olarak hesaplayıp verecek.

On dördüncüsü: Ondaki üstünlükleri, yüksek ahlakı, faziletleri insaflı ve âdil düşmanları da kabul edecek.

On beşincisi: Gerçek ve sağlam bir kültüre, faydalı ilme sahip olacak.

On altıncısı: Halkı aldatmayacak.

On yedincisi: Herkes kendisine güvenecek.

On sekizincisi: Allahtan nasıl korkulmak gerekiyorsa öyle bir Allah korkusuna sahip olacak.

On dokuzuncusu: İnsanlara faydalı olacak, zarar vermeyecek.

Yirmincisi: Açıkta, açıkça, cehren büyük günah işlemeyecek. Tevvâbîn zümresinden olacak.

Yirmi birincisi: İşleri istişare ederek danışarak görecek.

Yirmi ikincisi: Vefat ettiği vakit cenazesinde bulunanlar can u gönülden “İyi biliriz, Allah Rahmet eylesin” diyecek.

Bu toplumun böyle Müslümanlara ihtiyacı vardır.

Bunun aksini kim iddia edebilir?

Kendisi Müslüman ama ahlakı Roma veya Bizans ahlakı… Ne anladım ben bu adamdan?

Dindar geçiniyor ama yalan söylüyor, halkı aldatıyor, emanetlere hıyanet ediyor. Lâf Müslümanı!..

Korkunç bir benliği var, gurur ve kibirden yanına yaklaşılamıyor… Böyle bir kimse iyi Müslüman sayılabilir mi?

İyi Müslüman öyle bir kimsedir ki, iş zamanında kıldığı namazların vaktini hesaplar ve ücretsiz fazla mesai yaparak bunları telafi eder.
Kendisine ben iyi bir Müslümanım diyen kimse, bu lafı ile iyiliği kayb etmiş olur.
Ben ihlaslıyım edebiyatı yapan ihlaslı değildir.
Bir ülkeyi ayakta tutan, yükselten husus, orada yeterli sayıda iyi Müslümanların olmasıdır. Onlar yoksa paranın, zenginliğin, imarın kıymeti, fert başına düşen millî gelirin kıymeti kalmaz.
En büyük bereket kaynağı iyi Müslümanlardır.
Her Müslüman, nefsini aklamadan iyi olmaya çalışsın. Ne kadar iyi olursa olsun, kendisine iyi demesin.
İyi Müslüman öteki Müslümanların meleğidir, kurdu değil.
Onlar, her gözün göremeyeceği bir aura=nur halesi ile çevrilidir.
En büyük zenginliktir onların varlığı.
Cenab-ı Hak sayılarını çoğaltsın.

(İkinci yazı)

Büyükler

İYİ insanın en büyük ödülü iyiliğidir. Çünkü o iyilik ona çok şeyler kazandırır.

Kötü insanın cezası kötülüğüdür. Ona hiçbir dünya cezası verilmese bile kötülüğü ceza olarak ona yeter de artar.

İyi insanlar kendilerini iyi demez.

Kötü insanlar kendilerine iyi der.

İyi olmak, iyilik yapmak büyük bir mutluluktur.

Ben iyiyim demek kendine, nefsine pâye vermektir.

Faziletli ve iyi insanlar nefislerini aklamaz ve yüceltmezler, bu yüzden de kendilerine iyi demezler.

Hayatım boyunca birtakım iyi, faziletli, örnek insanlar gördüm, onlar iyiliklerinin edebiyatını yapmazlardı.

İyi insanların yazdığı çok kitaplar okudum. Bunların muhterem müellifleri kendilerini övmüyor, aksine zemmediyordu.

Ulemadan nice zata mülaki oldum, kendilerine bu abd-i âciz diyordu.

İsimlerinin üzerine ahkarü’l-ibad, ez’afü’l-ibad yazan meşayih gördüm.

Gerçek şeyhler kendilerine şey demez, hâdimü’l-fukara der.

Bediüzzamanı gördüm, risale-i Nurları okudum, müellifinin tevazuunu ve mahviyetini gördüm.

İnsanların Seyyidi, en iyisi, mânevî rütbe olarak en büyüğü olan Resulullahın (Salat ve selam olsun ona) “Ben Adem oğullarının Seyyidiyim… Bunu fahr etmek için söylemiyorum…” buyurduğunu kaç kere okudum, kaç ehliyetli lisandan dinledim.

Mahir İz hocaya on yedi sene mülaki oldum, evine gittim, yemeğini yedim, çayını içtim, sohbetlerinde bulundum. Bu on yedi sene zarfında bir kere bile hem baba, hem anne tarafından Seyyid olduğunu söylemedi. Vefatından nice sene sonra öğrendim.

Uzun yıllar boyunca bazı büyüklerle görüştüm. Bir kere bile hangi tarikata mensup olduklarını söylemediler.

Anladım ki, tevazu, alçakgönüllülük büyüklerin görünmez tacı imiş.

Gerçek büyükler, büyük olduklarını söylemekten hayâ ederlermiş.

Onlar büyük olduklarını bilmezlermiş.

Yazık ki, onların kıymetlerini sağlıklarında bilmemişim.