İstanbul artık tekin, güvenli, huzurlu bir şehir değil.
Geçenlerde Kabataş’ta bir otobüsün frenleri boşandı, bir facia
yaşandı. Ezilen, hastaneye kaldırılan bir kızcağızın durumu iyi
değilmiş.
Son aylarda birtakım otobüsler durup dururken cayır cayır yanmaya
başladılar. Ölenler, yaralananlar…
Kızcağızın birinin ayağı rögar kapağına sıkıştı, çıkaramadı.
İtfaiyeyi çağırdılar.
Merhametsiz bir kadın iki kedi yavrusunu tekmeleyerek, ezerek
öldürmüş.
Masum vatandaşlar yaya kaldırımında yürüyorlar, birden bir araba
hızla gelip onları biçiyor.
Geçen cumartesi Sultanahmet’te otomobille gidiyorum, yolun
ortasında çoluk, çocuk, kadın, erkek bir Arap turist kafilesi var.
Otomobile yol vermedikleri için korna çalmak zorunda kaldık,
bozuldular, acayip laflar ettiler...
Kumkapı semti Babil Kulesi gibi… Her ülkeden insan var. Caddenin
ortasından yürüyorlar, mal gibi arkalarına hiç bakmıyorlar,
ezilmekten korkmuyorlar.
Sıradan yağmurlar, seller meydana getiriyor. Yokuşlardan,
caddelerden sanki nehirler akıyor.
Üsküdar sahilinde her sağanak yağmurdan sonra meydan, derya
kesiliyor.
Siz istediğiniz kadar dikkatli olun, kaldırımdan yürüyün, kurallara
uyun, yine de güven içinde değilsiniz.
İnancı olanlar için söylüyorum az sadaka çok belayı def edermiş.
Sadaka vermeyi, iyilik yapmayı hiç unutmayınız.
İstanbul’un problemleri, krizleri, halledilebilir, çözülebilir mi?
Bu soruya benim cevabım olumsuzdur. Şehrin kaldırabileceği nüfus
dört beş milyon iken rantçılar yirmi beş milyona çıkarmışlardır.
Artık çözüm yoktur.
Büsbütün çözüm yok mu?.. Yatay çözüm yoktur, dikey çözüm
gelebilir.
Memleketimiz maalesef son yüzyıl içinde çok büyük ahlar almıştır.
Sultan Abdülhamid’in ahı… Sultan Vahdettin’in adı… Son halife
Abdülmecid Efendi’nin ahı… Başta İskilipli Atıf olmak üzere idam
edilen, zindanlarda, sürgünlerde çürütülen ulemanın, fukahanın,
meşayıhın, mazlum Müslümanların ahları…
Son yıl içinde birtakım beddualar edildi. Onlar da
korkutucudur…
M. Kemal Paşa, 1919’da Sultan Vahdettin’in yaveri olarak
İstanbul’dan çıkmış ve tam sekiz sene, evet sekiz sene İstanbul’a
dönememiştir. Bir ara vapurla İzmir’den Trabzon’a gittiği sırada
Boğazdan geçerken şehre inmemiş ve selam da vermemiştir. Yazımın
konusuyla ilgili görünmüyor ama arada bu küçük paragrafı da
yazmadan geçemedim….
İstanbul dua almış bir şehirdir. İslam’ın sembolüdür. 1924’e kadar
Dar’ül-Hilafe idi.
Kur’an’a, Sünnete, Şeriata aykırı bozukluklar, fısklar, fücurlar,
isyanlar, tuğyanlar, açıkça ve açıkta işlenen kebair, olanca
fuhşiyyat=azgınlık, bendenizi ürkütüyor.
Peygamberimizin (salat ve selam olsun ona) bazı hadislerinde
İstanbul’u Müslümanlar tarafından tekrar fetholunacağı beyan
ediliyor. Bunun manası nedir? Şehir elimizden çıkacak mı?
Merhum Çelik Gülersoy ile ilgili bir bilgi vereyim.
Gülersoyun ölümünden iki üç gün sonra Mine Kırıkkanat’ın Radikal
gazetesi bir yazısı çıkmıştı. Orada şöyle diyordu:
Karacaahmet Mezarlığı'ndaki restorasyon çalışmalarını
denetlediğimiz bir gece, Şişli'deki Turing binasında, Çelik beyin
odasına yığıldık. Çelik Gülersoy, kimseyle laubali olmazdı.
Kendisini zorlamadan otoriter, saygı uyandıran bir insandı, o
konuşmadan konuşulmazdı. Ama o gece, dayanamayıp, bunca bürokratik
engele ve rakiplerinin, hasımlarının (Eczacıbaşı) saldırılarına
göğüs germek, attığı her adımda hesap vermek pahasına niçin tarihi
diriltmeye çalıştığını sordum. Yanıtı ilginçti:
"Bu İstanbul'u, Türklere bırakmayacaklar Mine hanım. Gelecekler ve
geri alacaklar. İşte o zaman, geldiklerinde ve gördüklerinde, bu
Türkler de hepten barbar değilmiş, onlar da bir uygarlık yaratmış,
olanı korudukları da olmuş ve güzel şeyler de yapmışlar, desinler
istiyorum!" (07.07.2003)
Yakın tarihimizde İstanbulumuz büyük barbarlıklara mâruz kalmıştır.
Bu barbarlıklardan biri, belki de birincisi vakıf arazileri ve
binalarla ilgilidir.
Vakıflara hıyanet eden Müslüman bir toplum kesinlikle iflah olmaz,
onun başı belalardan kesinlikle kurtulmaz.
İftira etme, yalan söyleme diyenler çıkabilir… Ne iftira ediyorum,
ne de yalan yazıyorum… Az bile söylüyorum. Ayasofyanın müze
yapılması vakıflara hıyanet değil de nedir?
Okmeydanı vakıf arazisi idi. Yağma edildi. Sonunda ne oldu? Orada
fitnesiz fesatsız bir gün geçmiyor.
Nice tarihî mezarlık düzlenmiş ve üzerine ya binalar, yahut park
yapılmıştır.
Şu anda yalnız sur içi İstanbul’unda dört yüz caminin, mescidin,
tekkenin yerinde yeller esiyor. Bunların hepsi vakıftı, satanların,
alanların, korumayanların, vakıf şartnamelerine riayet etmeyenlerin
hepsi lanetlidir.
En son, vakıflara ait büyük bir arazinin üzerine içkili otel veya
içkili AVM yapılmak üzere satılacağını duydum. Ne büyük bir
felaket. Sorumlular kendilerini ateşe atıyorlar.
Vakıflara hıyanet edilen bir toplumun üzerine azap iner.
Hani nerede azap?... Halen azap içindeyiz de haberimiz yok. Şu
trafik bir azap değil midir? Başka azaplar da var… Bütün uzmanların
İstanbul’da büyük bir zelzele olacak dediğini bilmiyor musunuz?
(İkinci yazı)
Dört Çeşit Hafıza
Liseli bir gence: Hafızam çok zayıf diye yazmışsınız, çaresi var mı
diye soruyorsunuz.
İnsanda bir değil, birçok hafızalar vardır. Bir kısmı
bilinçaltındadır.
Ders çalışırken şöyle çalışmanızı tavsiye ediyorum:
Ders kitabını veya metnini gözlerinizle dikkatle okuyun… Bu
birincisi göz hafızasıdır.
Gözünüzle okurken kendiniz duyacağınız şekilde (kimseyi rahatsız
etmeyin) dille ile tekrarlayınız. Bu ikincisi dil hafızasıdır.
Dilinizle söylerken bunu kulağınız duyacaktır. Bu üçüncüsü kulak
hafızasıdır.
Bunların yanında bir deftere özet halinde cümleler yazınız… Bu
dördüncüsü de yazı hafızasıdır.
Divana uzanmışsınız, yarı uyku, yarı uyanıklık içinde baygın
gözlerle imtihana hazırlanıyorsunuz. Bu metotla elbette bir şey
öğrenemezsiniz. Birazdan kitap elinizden düşer ve sızarsınız…
Hafıza terbiyesi diye bir bilgi dalı vardır.
Avrupada hafızayı kuvvetlendirme ve geliştirme kursları varmış.
Bizde var mı bilmiyorum.
Siz en azından yukarıda anlattığım şekilde ders çalışınız, bilgi
edininiz. Dört hafıza ile…
Beyninizi lüzumsuz, faydasız, zararlı fasa fiso bilgilerle, modern
hurafelerle, resmî ideoloji mitolojisiyle veya anti-kültürüyle
doldurmayınız.