Memleketin ve dünyanın ahvâlini öğrenmek için internete bakıyorum.
Olanlar, bitenler, hadiseler o kadar iç karartıcı, o kadar kötü ve
ümit kırıcı ki, bunları devamlı olarak öğrenenlerin hasta
olmamaları, dengelerinin bozulmaması mümkün değil.
İç siyaset bozuk. Darbe teşebbüsleri… Geziler… 17 Aralıklar…
Siyasî iktidar ile büyük bir cemaat savaş halinde.
Havada yoğun bir kin, intikam, düşmanlık, hıyanet, ihanet, is
kokusu var.
Çok ağır suçlamalar, beddualar, lanet okumalar…
Medyada acayip magazin haberleri… Bir insanı bir lokmada yutan
timsah… Dev boa yılanları… Bakıcısını yiyen kaplan…
Kabak lastikli otobüs şarampole yuvarlanmış… Yirmi üç ölü var,
yaralılar…
Sapanca Gölü’nün suyu bitiyormuş…
Bebeğini öldüren canavar anneler…
Boşanmak isteyen karısını parçalayan gözü dönmüşler…
Bir kız annesi babası yokken eve erkek almış. Anne ansızın gelmiş.
Kızın odasından sesler gelince hırsız var sanmış, eline bıçağı
almış, genç aşığı bıçaklayıp öldürmüş. Kız kendini beşinci kattan
aşağı atarak canına kıymış, anne baba tutuklanmış.
İslam dünyasında facialar peş peşe… Suriye’de Müslümanlar açlıktan
ölüyormuş.
Mısır’daki diktatörlük rejimi tavuk gibi insan boğazlıyor.
Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Müslümanlar topluca katl ediliyor.
Nijerya’da zalimler muhterem bir İslam hocasını ve refikasını
vahşice öldürmüş.
Birkaç adet kalmış nadir bir vahşi hayvanı acımasız avcılar
vurmuş.
Bir kadın bir dükkana gitmiş, üç gündür açım demiş, hemen biraz
börek getirmişler, bir bardak da çay, bir lokma almış bayılıp yere
yıkılmış. Karnı tok yardım severler bu işe pek üzülmüş, pek
şaşmış.
Taşrada bir şehirde köpekler topluca öldürülmüş.
Kin kokan, intikam fışkıran köşe yazıları.
Dolar yükseldikçe Türk lirası düşüyormuş. Faiz lobisi zevkten dört
köşe…
Başbakanın ofisine bile gizli dinleme cihazı konulmuş. Gazetelerde
resmini gördüm, bir böcek kadar, kim koymuş belli değil.
Halk kendini tutuyor ama belli ki, on milyonlarca vatandaş son
derece gergin, üzgün, endişeli.
İğrenç haberler de var… Müstehcen yazılar ve resimler… O biçim
mankenler… Serseriler, itler, uğursuzlar, sahtekârlar,
dolandırıcılar, kart playboylar… Kimisi şık kostümlü ve
kravatlı.
Üç buçuk milyon euroluk lüks otomobil. (Tasarımını hiç
beğenmedim)
Birkaç komik iyi haber var ama onlar iyimser olmak için yetmiyor.
Bir yerde bir kedi ile köpek kucak kucağa yatıyor, bir muhabbet ki,
sormayın.
Denizli’de bir horoz iki dakika hiç ara vermeden ötmüş.
Bir papağan hırsızı ele vermiş.
Çocukluğumda CHP tek parti rejiminde gazetelerin intihar
haberlerini yayınlamaları yasaktı. Okuyanların morali bozulup,
onların içinden de intihar eden çıkmasın diye.
Şimdi hürriyet var, medyamız bütün kanlı hadiseleri veriyor.
Televizyonlar acı trafik kazalarına, cinayet vak’alarına bayılıyor.
Kaldırımda ezilmiş bir ölü. Başında feryad eden bir kadın. Bir kere
değil, beş kere tekrar tekrar seyr ettiriyor bu faciaları
tv’lerimiz.
Bu ahlar, feryad ü figanlar, kanlar, gözyaşları, çığlıklar,
timsahlar, boa yılanları, kızgın filler, arslanlar, kaplanlar,
sırtlanlar aleminden nereye kaçsam? Elektriği olmayan, telefon
çekmeyen bir yayla bulsam. Mevsim kış olduğu için fazla insan,
yazlıkçı yoktur şimdi. Basit bir yayla evi. Bol odun, gece gündüz
yanan bir soba veya ocak. Habersiz, cinayetsiz, kinsiz intikamsız,
anakondasız, aslansız, kaplansız, akrepsiz, korkunç trafik kazasız,
kansız, gözyaşsız hücra bir yer.
Lapa lapa kar yağarken Cenab Şehabeddin’in Elhan-ı Şita şiirini
okurum.
“Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş; eşini gaib eden bir kuş gibi
kar, geçen eyyâm-ı nev-bahârı arar…”
Bir gramofon götürsem mi acaba?
Taş plaktan Nigâr Hanım’ın, Tanburî Cemil Bey’in bestelediği,
“Feryâd ki feryâdıma imdad edecek yok... Efsûs ki, gamdan beni âzâd
edecek yok…” gazelini dinlerim.
Plağını bulabilirsem şehid-i muhterem Şeyh Erbilli Esad Efendi’nin
ateş redifli gazelini günde en az bir kere çaldırırım.
“Tecellâ-yı Cemâlinden Habibim nev-bahâr âteş… Gül ateş, bülbül
ateş, sünbül ateş, hâk û hâr âteş..”
“Ne mümkin bunca âteşle şehid-i aşkı gasl etmek… Cesed ateş, kefen
ateş, hem âb-ı hoş-güvar ateş…”
Her sabah Hamidiye Marşı’nı ayakta dinlerim taş plaktan.
Bir sandık dolusu faydalı kitap götürür onları okurum. Hiç bıkmadan
usanmadan günde beş altı saat kitap okurum. Onları okurken Asr-ı
Saadet’e giderim… Endülüs Devlet-i İslamiyesi’ne giderim… Fatih,
Kanunî devrine giderim. İki Osmanlı nehri, Tuna ve Nil sahillerine
giderim… Barbaros Hayreddin Paşa ile birlikte Fransa ve İtalya
sahillerine giderim… Hattâ Sultan İkinci Abdülhamid’in saltanatı
zamanında mesela 1900 tarihindeki İstanbul’a giderim, bir Cuma günü
Selamlık resm-i âlisini seyr ederim. Padişahın arabası saray
kapısından çıkınca Halifenin ser-müezzini harika bir ezan
okurmuş…
Eski daktilolarımdan birini tamir ettirir, temizletirim, onunla
yazı da yazabilirim.
Haftada bir yakındaki şehre inerim, kulaklarım tıkalı, gözlerimde
at gözlüğü… Biraz yiyecek alırım ve hemen ıssız yaylaya dönerim.
Çam ağaçları, karlar, elhan-ı şita, Esad Efendi hazretlerinin
gazeli, AIbdülhak Hamid’in Tekbir-i Millî’si, kitapların
sayfalarından paralel dünyalara gitmek, kepekli ekmek peynir çay,
ocakta kütür kütür yanan kütük.
Moralim düzelir yahu!
**
Tekbir-i Millî
Allahu Ekber!.. Kaim onunla mihrab ü minber,
Tekbir-i millî, İslam'a rehber, Allahu Ekber!
Dinim, bu Din'dir, Allah bir'dir, haktır Peygamber.
Millet, diyanet, devlet, Hilafet, daim beraber.
Allahu Ekber, Allahu Ekber!...
Zatı bir, ancak bin bir'dir ismi, hep bildik ezber;
Dindaşımızdır kuşlar, melekler, tûbâ, sanavber.
Allahu Ekber, Allahu Ekber!...
Lütfuyla olsun hal-i hazarda, yahut seferber,
Asker muzaffer, Hakanı mesrur, a'dası müdebber,
"Allahu Ekber" derken o asker, hem bahr ü hem ber,
Hem leyl-i muzlim, hem mihr-i enver, hem mehd ü makber.
Tekrar edip der: "Allahu Ekber, Allahu Ekber!.."
(Temmuz l333/l9l7)