Yine, Kitabullah’ın kesinlikle yapmayın dediği haramları işleriz.

Resulullahın (Salat ve selam olsun ona) kesin emirlerini tutmayız; kesin şekilde yasaklamış olduğu çirkin ve kötü işleri yaparız.

Allahın Kur’andaki, Resulullahın Sünnetindeki öğütlere, direktiflere, uyarılara kulak vermeyiz.

Allah ve Resulü biz mü’minlerin tek bir Ümmet olmasını kesin şekilde emr etmiş iken, biz bir türlü Ümmet olmayız; birbirinden kopuk ve irtibatsız bin parça halinde tefrika içinde düşe kalka yuvarlanıp zillet, esaret, yenilgi içinde yaşarız.

Kur’anda imandan sonra ikinci büyük ve temel emir beş vakit namaz kılmak iken, bizim yüzde doksanımız namazı yitirmiştir.
Namaz kılan yüzde on’un büyük kısmı da, Şeriat şer’î özrü olmayan hür ve erkek Müslümanların farz namazları cemaatle kılınmalarını emr ettiği halde topluca kılmaz, münferiden kılar.

Kur’an, Sünnet, İslam ahlakı ve İslam bilgeliği dünyanın fânî ve geçici olduğunu beyan ettiği halde, biz hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya dönük yaşar, âhireti ihmal eder, unuturuz.

Kur’an mü’minler kardeştir buyurur, Hazret-i Peygamber “Siz birbirinizi sevmezseniz gerçek ve olgun mü’min olamazsanız” diyerek uyarır ama biz meşreb farklılıkları yüzünden birbirimizi bir türlü kucaklayıp sevemeyiz. Hattâ bazımız bazımızın gözünü oymaya kalkar.

Allah ve Resulullah haram yemeyin, üzerinizde kul hakkı bulunmasın diye uyarır, biz buna dikkat etmeyiz.

Kur’an ribayı haram kılar, ribacılar Allah ve Resulüne savaş ilan etmiştir buyurur, Resulullah Efendimiz, riba yemek anasıyla zina etmek gibi kötü bir iştir der ama biz gırtlağımıza kadar ribaya batmışızdır.
Kur’an ve Peygamber kafirleri, müşrikleri beğenmek ve onları taklit etmek, onların izinden gitmek konusunda bizi uyarmıştır ama biz bu uyarıları dinlemeyiz; kafirler sıçan deliğine, domuz inine girse biz de peşlerinden gideriz.

Kur’an ve Sünnet bize israf etmeyin der, bizim imkanlılarımız ise bin türlü israf ve sefahat, saçıp savurma, aşırı tüketim içinde beyinsizce yaşar.

Kur’an ve Sünnet emanetleri ehil olanlara vermemizi emr eder, biz bile bile ehliyetsizlere iş, makam, mevki, riyaset, vazife verir, bin türlü ihmale ve teseyyübe=kötülüğe yol açarız.
Yahu biz bu halimizle ne biçim Müslümanlarız?

(İkinci yazı)

Basın Hürriyeti

Ebedî Şef M. Kemal Paşa’nın 15 sene süren kayıtsız şartsız hakimiyeti devrinde, bugünkü basın hürriyetinin binde biri bile yoktu.

Millî Şef İsmet Paşanın 1938-45 yılları arasındaki tek parti diktatörlüğü zamanında basın hürriyeti, bugünkünün yüzde biri kadar bile değildi.

1945-50 yılları arasında da doğru dürüst basın hürriyeti yoktu.

1950-60 yılları arasındaki Adnan Menderes zamanında bugünkü basın hürriyetinin onda biri vardı.

27 Mayıs 1960 askerî darbesinden sonra basın hürriyetinin ırzına geçildi.
Süleyman Demirel zamanında oldukça basın hürriyeti vardı ama nice gazeteci inançlarından, fikirlerinden, ideolojilerinden dolayı vesayet yargısı tarafından tutuklanmış, mahkemeye verilip hapse mahkum edilmiştir.

12 Mart 1971 askerî darbesinden sonra basın hürriyeti büyük darbe yemiştir.
12 Eylül 1980 darbesi basın, fikir, inanç hürriyetine büyük darbeler indirdi.
Turgut Özal zamanında nisbî bir basın hürriyeti baharı yaşandı
28 Şubattan sonra da öyle oldu.
Cumhuriyet devrinde en büyük, en geniş basın-medya hürriyeti son on küsur yılda olmuştur.

Öyle bir basın hürriyeti ki, Başbakana hakaret ediliyor, mahkemeye veriyor, hakkını alamıyor. M. Kemal, İsmet, ondan sonraki Paşalar zamanında böyle bir şey düşürülebilir miydi?

Evet zamanımızda tutuklu gazeteciler var ama onlar basın suçundan içeriye atılmış değil.

Başkana, siyasî iktidara en ağır, en şiddetli muhalefeti yapan gazetelerin, gazetecilerin kılına dokunulamıyor.
Artık inançlarından, ideolojilerinden, fikirlerin, tenkitlerinden dolayı gazeteciler mahkemeye verilmiyor.
Ecevit zamanında, zelzele Allahın bir cezasıdır diyen gazete sahibi yazar mahkum edilmiş, hapse atılmıştı.

28 Şubattan sonra aleyhimde pıtrak gibi dava açılmıştı.

Türkiye’de elbette İngiltere’de olduğu gibi ve kadar yoktur ama eskisine nispetle çok geniş ve engin bir basın hürriyeti vardır.