Pazar günü Brüksel'de hem Avrupa ve hem de Türkiye için gayet
önemli bir zirve yapıldı. Toplantıda Başbakan Ahmet Davutoğlu,
AK/Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk ve ABK/Avrupa Birliği
Komisyonu Başkanı Jean Claude Juncker, iki tarafı temsil eden
isimler oldu. Masada Türkiye ve AB olmak üzere iki taraf olduğu
hâlde temsil mevkiinde üç kişi yer almıştı. Çünkü Avrupa, bu
toplantıda hem Avrupa Birliği ve ve hem de Avrupa Konseyi olarak
temsil edilmiştir. AK ve AB her ne kadar iç içe geçmiş iki Avrupa
kurumuysa da birbirinden farklı teşekküllerdir. AK 1949'da
kurulmuştur. AB'nin merkezi, Brüksel iken AK'nin Strazburg'tur.
Türkiye AK'nin 1949'daki kurucu üyelerinden biridir. Meşhur
AİHM/Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bir Avrupa Konseyi
Mahkemesidir. Gariptir ki Avrupa, bir kurumunda Türkiye ile kurucu
ortakken diğer kurumunda O'nu 1959'dan beri bekletmektedir.
Hem AB ve hem de AK mümessilinin zirvede yer almasını "AB'nin
zirveye atfettiği ehemmiyetin yüksekliği" diye okumaktayız. Nitekim
Zirve Beyannamesinde "taraflar, üyelik sürecinin yeniden
canlanmasına karar vermiştir" denmektedir. Ümit kalmamış bir üyelik
sürecinin yeniden hayat bulması için AB'yi akıllandıran hangi
sebeptir, nedir, ne olmuştur, kimin başına taş düşmüştür? Daha üç
ay evvel Türkiye'nin AB ortaklığı aleyhine Norveç radyosuna konuşan
J.C. Juncker değil miydi? Evet; O'ydu. Fakat AB, iki sebepten
dolayı sür'atle akıllanmak zorunda kalmıştır:
Bunlardan biri DAEŞ, diğeri mülteci seferidir...
DAEŞ'in batılı devletlerden en az biri tarafından kurulduğunu
söylersek isbat etmekte zorlanırız. Ancak bunun böyle olduğunu
ileride tarih yazabilir. DAEŞ, farklı niyet ve maksatlarla kurulmuş
ve fakat tıpkı Taliban'da olduğu gibi kontrolden çıkmıştır. Paris
katliamı, bütün Avrupa’yı sallamıştır. Fransa'da psikolojiler
bozulmuş, Brüksel "paranoya" yaşamıştır. AB'deki bu akıllanmanın
içinde Sünni ana eksendeki Türkiye'nin "orta yol İslâm"ına
muhtaçlıklarını geç de olsa fark ve idrak etmiş olmalarını ümit
ederiz. DAEŞ ve diğer selefi ve Vehhabi çıkışların sunduğu İslâm,
Türkiye'nin Asr-ı Saadet odaklı Selçuklu ve Osmanlı asırlarıyla
birlikte 10 asır boyunca yaşadığı, hukuk adalet, insan hakları ve
çok kültürlülüğe dayalı gerçek İslâm değildir. Bu sebeple AB ve
dünya, ya DAEŞ'le didişip duracak veya bizde tarihi seyri içinde
uygulamasını bulan ehli sünnet imâna teveccüh gösterecektir.
Mülteci seferleri ayrı sebebtir. Vurdumduymazlık, kapılardan
kovmak, tel örgü çekmek, çelmelemek, tekmelemek, botlarını
batırmak, açlığa terk etmek Suriyeli talihsiz mültecileri
yıldırmamıştır. Onlar için ölümden öte köy yoktur. Türkiye 50
binden başlayıp 2 milyon 500 bine dayanan mültecileri
barındırırken, bunu ne şikâyet ve ne de Nobel sebebi saydı. 3-5 bin
kişi Avrupa hudutlarına geldiğindeyse bu Avrupa Attila orduları,
memleketlerini basmış gibi saç-baş yolar oldular.
Zirve'de Türkiye'ye iltifatın arka planında bu mecburiyetler
vardır. AB karakaşımıza hayran değil. Beyannamedeki yazılı
taahhütlerine nazaran mülteciler için ve başlangıç rakkamı olarak 3
milyar Avro'yu Ankara'ya teslim edeceklerdir. İkinci olarak Türk
vatandaşları Ekim 2016'dan itibaren Avrupa'ya vizesiz
girebilecektir. Üçüncü haber de "İktisadi ve Mali siyaset"
başlığını taşıyan 17. Faslın 14 Aralık'ta açılacak olmasıdır. Diğer
hususlar teferruattır.
Bakalım AB ve AK ne kadar samimi; yarın bu imzalar unutulacak mı
yoksa kararlı bir şekilde yola devam mı edilecek? Aynı hey'et, 6 ay
sonra Ankara'ya dönüp "üye ülkeler ödeme yapmıyorlar, parayı
toplayamadık!" diyerek ipe un serebilir. Bunlara alışkınız. Avrupa,
Türkiye'nin de Almanya ve Fransa kadar bir Avrupa memleketi
olduğunu içine sindirmedikten sonra bu yol uzundur, kaygandır,
dönemecin alınması kolay değildir.