UZAKTAN akrabamız olurdu.
Yerinde tutmak mümkün olmadığından eşi ve evlatları kendisine veya başkasına zarar vermemesi için bahçelerindeki kaysı ağacının altına bir minder koyarak kendisini ona bağlıyorlardı.
Çocuk olduğum için buna bir anlam veremiyordum.
Yaklaşmamamı söylerlerdi mütemadiyen ama bana oyun gibi geldiğinden yapılan uyarıları dinlemezdim. Önünden arkasından dolanıp durur kendimce eğlenceli oyunlar çıkarırdım.
Ağacın arkasından kollarımı dolayıp gözlerini kapatır ona kadar saydırır ve kurallarını kendimce oluşturduğum yeni ‘Sobe’ oyununu icraya koyardım. Saatlerce sürerdi bu.
Yorulduğumda dizine oturur dinlenirdim. Aramız iyiydi kısacası…

DEDEM geldiğinde durumda bir değişiklik olurdu.
Başkalarıyla didişip itişen en hafifinden laf dalaşına girip sonrasında eline aldığı taşla insanları kovalayan bu akrabamız, dedeme karşı hâlâ çözemediğim bir hürmete sahipti.
Gözü aydınlanırdı onu gördüğünde. 
Hemen kendisine çeki düzen verir sanki bambaşka bir kişiliği giyinirdi.
Dedem “Yine mi ağaca bağladınız adamımı” diyerek gürültü çıkarır onun korkusundan ipleri hemen çözerlerdi. Herkesle üç beş dakika sonra maraza çıkaran adam dedemle saatlerce karşılıklı minderlerin üzerinde güneşe göre gölge taraflara çekilerek otururlardı.
İtiraf etmeliyim ki, dedem heybetliydi.
Sözü herkes tarafından dinlenir, itibar edilir hükmüne de rıza gösterilirdi.
Kavga edip birbirine düşmanlık tohumları ekmiş olanları hiç zaman kaybetmeden huzuruna çağırır onları sulh ederdi. Tanık olduğum şu idi ki, birbirine bıçak çeken, yumruk atan, sözün kantarını denk tutamayıp sövüp sayanlar dedemin huzurunda bunların yeniden dile getirilmesinden hicap duyduklarından hâl hatır eder meseleye bile girmeye gerek kalmadan o mahcubiyetle barışıp giderlerdi. 
Aklı kendisine fazla gelmiş ve bunu da delilik perdesiyle örtmeye çalışan bu akrabamızda aynı bunun gibi başkalarıyla ettiği lakırdıların kenarından bile geçmezdi. 
Sohbetini edecek bambaşka mevzular bulurlardı.

“HÜSNÜ bugün nasıl hissediyorsun kendini?” diye sorardı dedem sohbeti aralamak için. O ise her defasında “Yanlış zamanda patlamış fişek gibi hissediyorum Eset Efendi” diyerek cevaplardı dedemi.
Hüsnü emmi askerde fişekle ilgili olumsuz bir deneyimi olmuş muydu hiç bilmiyorum ama bir yerlerde vurgun yediği de aşikardı.
Dedem onu dinlerdi kesmeden, anlardı hâlini. Hüsnü emminin de dedemin sözüne girip kestiğini hiç hatırlamıyorum. 
Aklımda kalan şey dedem kederli veya neşeli ne anlatırsa anlatsın sağ gözünden yanaklarına doğru aheste süzülen damlaydı. Bu hiç değişmezdi. 
Yaşları yakın olmasına rağmen dedeme efendi şeklinde hitap etmesi yine aynı şekilde klasikti.

AKILLI delileriz belki de bu çağda hepimiz.
Kendisini yanlış zamanda patlamış fişek gibi hisseden Hüsnü emmiden ne farkımız var? 
Hepimiz yaralı değil miyiz?
Modernliğin tavan yaptığı bu asırda mazlumların ahının arşa yükselmesini ve zalimlerin zulümlerine hiç doymuyor olmasını nasıl izah edebiliriz başka türlü?
Kendine ve kendinden olana aşırı merhamet yüklenen bu zamanın insanının başkasına sıra geldiğinde gözünün kararması ve asla sınır tanımamasının makul bir izahı var mı?
Dağ başında yalnız kalmış biçareler gibi değil miyiz?
Mânâ yoksulluğunun istilasına uğramayan kaç kişi var aramızda?
Neredeyse hepimiz nefis çöplümüzü karıştırıp en iğrenç kokuları üstümüze başımıza deodorant niyetine sürmüyor muyuz?
Aklımızı devre dışı bıraktığımızdan beri gönlümüz allak bullak olmadı mı?
Tarihi geçmiş konserve kutuları gibi bu zalim dünyada merhamet adına hiç işe yaramadığımızı görmüyor muyuz?
Bayat ekmekler gibi kalbimiz günden güne küflenmeye devam etmiyor mu?
Bozuk çikolatalarla ağzımızın etrafının kirlenmiş olması gibi yanlış bilgilerle kendimizi doldurmamız sağlıklı beslendiğimizi mi gösteriyor?
Çiftçilerin rüzgârın etkisiyle birbirine çarparak anlamsız sesler çıkartarak domuzları korkutmak için tarlanın etrafına diktikleri sopalara asılan içi boş kola kutularından ne farkımız kaldı?
Geçenlerde bir arkadaşıma “Nasılsın?” diye sorduğumda hâlâ tam ne dediğini anlamadığım “Yarısı yenmiş simit gibiyim” cümlesi zihnimde dönüp duruyor.
Şimdi Hüsnü emminin dediği fişekler belki kalmadı ama akıllı, güdümlü füzelerle mazlumların onurlu temsilcilerinin acımasızca şehit edildiği şu acı günlerin tanığı olmak kahırların en katmerlisi değil mi?
Ve sosyal paylaşımlar dışında bir şey yapamamak…
Sizi bilmem ama ben kendimi yanlış zamanda patlayıp sahibini tahrip eden fişek gibi hissediyorum.
Ya Selam!