Kapitalist ekonominin ve sanayi toplumlarının işgücü ihtiyacı ev işçileri ile karşılanamadığından, nüfus hareketleri hem ülke içinde hem de ülke sınırları dışında yoğunlaşmaktadır.
Yirminci yüzyıl, dünya çapında modernitenin yüzyılı, başka bir deyişle, Avrupa modeline dayalı ekonomi, toplum ve siyasette dönüşümler çağıdır. Ulus devletler, dünya düzeninin egemen ve meşru yapıları olarak kendilerini pekiştirmekte ve ulusal ekonomiler de dünya ekonomisinin işlevsel parçaları haline gelmektedir. Kapitalist ekonominin ve sanayi toplumlarının işgücü ihtiyacı ev işçileri ile karşılanamadığından, nüfus hareketleri hem ülke içinde hem de ülke sınırları dışında yoğunlaşmaktadır. Marksist ekonomi politik okuluna göre, ikili emek piyasası veya yedek sanayi ordusu gibi kavramlar, ücretleri belirli bir düzeyde sabitlemek için gerekli görünen sermayenin temeli olarak göçmen emeği içerir. Kapalı tarım ekonomilerinin çözülmesi ve sanayi ekonomilerine geçiş, diğer bir deyişle proleterleşme süreci, çifte emek piyasasının veya yedek sanayi ordusunun gelişimine paralel gelişmeler olarak anlaşılabilir. Göç, kendi bağlamında hem ulusal hem de uluslararası düzeyde emeğin sağlanması için bir mekanizma olarak temel bir ekonomik işlev kazanır.
Siyasal açıdan göçün iç, ulusal ve dış, uluslararası işlevine ek olarak başka bir işlevi daha vardır. Ulus devletin inşası ve korunmasında siyasi bir araç olarak iç göç ve özellikle dış göç, modernite sürecine önemli katkılar sağlamaktadır. Bununla birlikte, bu katkı, kendiliğinden bir açıklama olmanın ötesinde, siyasi karar vericilerin bir ürünüdür. Dolayısıyla göçün en temel işlevi, ulusal saflık fikrini hayata geçirmek ve ulus devletin nüfusunu olabildiğince homojen hale getirmektir. Buna karşılık, göçün zıt etkisi, yani farklı etnik veya ulusal kökene sahip insanların göçünün sonucu olan diğer göç hareketleri ile dengelenmeye çalışılmaktadır. Politik inisiyatifler aynı zamanda göçün heterojenleştirici etkisini sınırlamaya yöneliktir. Asimilasyon, entegrasyon veya çok kültürlülük gibi göçmenleri hedefleyen politikalar, ulusal sistemi korumayı ve düzenlemeyi amaçlar.
Ulus devletin yapısı ile uluslararası göç hareketleri arasındaki etkileşim bilimsel literatürde ayrıntılı olarak tartışılmaktadır. İdeal ulus devletin oluşumunda homojen bir ulus arzusu merkezdedir. Bu bilimsel tartışmanın ana konusu ise özellikle uluslararası göçün homojenlik üzerindeki olumlu veya olumsuz etkisidir. Ancak, ulus devlet ile uluslararası göç arasındaki ilişkiyi, ulus devletin yapısını dönüştürme potansiyeline indirgemek basit olacaktır. Böyle bir indirgemeci anlayışı metodolojik milliyetçilik (metodolojik milliyetçilikler) kavramıyla karşılaştırır ve ulus devlet ile değişen uluslararası göç arasındaki ilişkinin son yüz yılını özellikle batı ve kuzey dünyası olmak üzere dört döneme ayırır. 1870 ve 1918 yılları arasında ulus inşasının kabulü arttı. Küreselleşmeye yönelik ciddi eğilimler göze çarpmaktadır. Emek göçü ilk kez gerçekleşir. Şimdilik, sınır ötesi göçe ilişkin kısıtlamalar çok seyrek olarak uygulanmaktadır. Daha sonra yabancıları ve göçmenleri ulusal egemenlik için bir tehdit olarak algılamaya başlar. 1919 ve 1945 arasındaki dönem, öncelikle göçmenlerin sınırlar arasında serbestçe hareket etme haklarına getirilen kısıtlamalarla karakterize edilir. Yeni ulus devletlerin ortaya çıkışı, sınır kontrolleri veya göçmenlerin asimilasyonu gibi konuların belirlenmesi, göçün ve göçmenlerin ulus devlete yönelik tehdit unsuru olarak algılanması, 1946-1989 Soğuk Savaş döneminde ulus-devlet, ulusal sınırlar ve milliyet temel kavramlar haline gelir. Sanayileşmiş batı ve kuzey ülkelerinin işgücü ihtiyaçlarını, dünyanın diğer bölgelerinden gelen göçmen işçiler aracılığıyla karşıladıkları giderek daha açık hale geliyor. Hem kalıcı hem de geçici emek göçü daha kontrollü ve planlıdır. Entegrasyon siyaseti ve hatta çok kültürlülük siyaseti asimilasyon siyasetinin yerini alır. Geçici olarak yerleşen göçmenler yerleşiyor. Etnik çoğulculuk ve çok kültürlü sosyal yapılar, kabul eden ülkelerde gelişmektedir. 1989 sonrası dönem, ulus-sonrası veya ulus üstü bir dönem ve yoğun bir küreselleşme ile başlar. Çok kültürlü sosyal yapılar daha da netlik kazanıyor. Göç ve sığınma hareketlerinin ölçeği netleşiyor.