Bu yazımıza, “Türkçe Yılı Münasebetiyle” başlıklı yazı dizimizin dördüncü bölümü olarak devam ediyoruz. Önceki yazılarımızda hükümetimiz tarafından 2021 yılının “Türkçe ve Yunus Emre Yılı “ ilan edildiğini ve bunun UNESCO tarafından da kabul gördüğünden bahsetmiştik.
'Türkçe Yılı' nın Gözardı Edilmesi ve 'Yunus Emre Yılı' nın Ön Plana Çıkarılması
Bu yazımıza, 'Türkçe Yılı Münasebetiyle' başlıklı yazı dizimizin dördüncü bölümü olarak devam ediyoruz. Önceki yazılarımızda hükümetimiz tarafından 2021 yılının 'Türkçe ve Yunus Emre Yılı ' ilan edildiğini ve bunun UNESCO tarafından da kabul gördüğünden bahsetmiştik. Türkçemiz hakkında genel bir kanaat 'Dilimiz yüz yıllardan beri hep sahipsiz kalmıştır' dan hareketle, aynı sahipsizliği 2021 yılının 'Türkçe Yılı' olması münasebetiyle günümüzde de yaşamaya devam ediyoruz. Adı geçen yıl gelip geçiyor, ama, ortada ona değer vermeye, önemini ve devasa problemlerini dile getirmeye yönelik hiçbir etkinlik yok. Üniversiteleri bir kenara bırakalım ana görevi dil olan Türk Dil Kurumu'nda bile bir kıpırdanmaya rastlanmıyor. Benim de üyesi olduğum Türkiye Yazarlar Birliği'nden Ağustos ayı içinde bir kıpırdanma geldi. Birliğin kurucusu ve eski başkanlarından dostum Mehmet Doğan bana yıl dolayısıyla Birlik olarak bir etkinlik düzenlemek istediklerini ve bu konuda fikrimi sordu. Olumlu cevap verdim ve ben de buna bir bildiri ile katılabileceğim cevabını verdim ama, bir sonuç çıkmadı. Ardından kendisi de benim gibi kişisel olarak görüşlerini yazdığı dergi ve gazetelerde 'Türkçe Yılı Hakkında' dizi yazıları ile anlatmaya başladı. TRT yayınları ve üniversitelere bakıyoruz, sanki ortada bir Türk dili yokmuş gibi , 'Türkçe Yılı' nı silinerek hep 'Yunus Emre Yılı' dile getiriyorlar. Üniversitelere yönelik yaşanan bir örnek olarak Erciyes Üniversitesinde olup bitenleri gördüm. Üniversitenin ana girişinde halka duyuruya yönelik panolar vardır. Geçtiğimiz Ağustos ayı içinde bu panolardan birinde duyuru olarak şu ilan yer alıyordu: '2021 Yunus Erme Yılı, Rektörlük'. Görülüyor ki, 'Türkçe Yılı' kaldırılarak yazılmış. Anlaşılan, kendisine 'Türkçe yılı' vurgusu yapıldığı halde, bu yıl da, 'Türkçeye sahipsizlik' le geçiştirilecek.
Bu girişimizden sonra çok önemli 'dil hastalıklarımız' dan olarak Türkçenin ideolojik ve siyasi tercihlere alet edilmesini anlatacağız.
Türkiye'de İdeolojik –Siyasi Odaklaşma ve Gruplaşma
Tarihimizin Cumhuriyet döneminde, genelde ve ana hatlarıyla iktidara geldiklerinde uygulayacakları parti ve hükümet politikalarından olarak, Modern Batı Medeniyetinin şaşasına kapılarak kendi medeniyetlerinden duydukları aşağılık duyguları sonucu şu üç ana odaklaşma veya gruplaşma kendisini göstermiştir:
1-Batı taklitçisi 'Kemalist Grup' veya genel tanımlamasıyla 'Kapitalist Gruplaşma'.
2-Batı taklitçisi Marksist gruplaşma ve kendilerini bunun versiyonlarına göre ifade eden Komünist, Sosyalist, Sosyal Demokrat, Ortanın Solu, Demokratik Sol kutuplaşmalar.
3- Medeniyetler ve emeller farklılıklarından kaynaklanan Batıyı 'topyekun taklitçilik' ten ve 'celladına aşık olmak' tan ziyade 'seçerek kabullenmek' ten (yalnızca ilim ve tekniğini almak şeklinde) kendilerini genelde milli –yerli, milliyetçi –muhafazakar –demokrat olarak ifade den grup. Bu grup, diğer gruplarla bazı hallerde iç içe girmişlikleri ile çeşitli versiyonlarıyla tartışılabilir.
Bu üç gruptan ilk ikisi kendilerini hep 'inkılapçı –ihtilalci' olarak tanımlamışlar, Batıdan 'maymunlaşma' örneğinden olarak körü körüne taklitçilikle ülkemize 'Kapitalist burjuva medeniyeti ve düzeni' ve 'Komünist - Sosyalist proletarya medeniyeti ve düzeni' ni getirmekle ifade etmişlerdir. Batıdan taklitçi bu düzen anlayışlarının esası, ihtilalci olduklarından 1000 yıllık geleneksel Türk Medeniyet ve Düzen anlayışını yıkarak yerine kendi düzen anlayışlarını getirmek olmuştur. Adı geçen medeniyet ve düzen anlayışına damgasını vuran İslam dini ve İslam medeniyeti olduğu için, bu sebepten ona düşman olmuşlar, bu düşmanlıklarının tezahürlerinden birisi de dil alanında kendisini göstermiştir. İslam medeniyetinin din dili Arapça ve edebiyat dili Farsça olduğu için, Türklerin Müslüman olmaları sebebiyle bu dillerden yoğun olarak dilimize kelimeler ve terimler girerek düşünce yapımızı ve sosyal hayatımızı yakından etkilemiş, bundan Selçuklu –Osmanlı geleneğinden olarak bir 'Türk-İslam Medeniyeti' sentezlemişi kendisini göstermiş, bu sayede Türkler, yaklaşık 5000 yıllık tarihlerinin zirvesini yaşamışlar, dünyanın süper güçlerinde birisi olmuşlardır.
Modern Batı Medeniyetinin şaşasına kendisini kaptıran ilk iki grup, Osmanlı'nın son yüzyılından başlayarak ve Cumhuriyet döneminde zirve yaptığı halde 'Türk-İslam Medeniyeti' ne topyekun düşman hale geldiklerinden bu medeniyetin simgelerinden İslam'ın izlerini silmek için 1000 yıldan beri Müslüman Türkler olarak konuştuğumuz ve yazdığımız dilimizi de 'hedef tahtaları' arasına koymuşlar, bu dilimizin esaslarından birisi olan 'din dili' Arapçadan etkilenmesi sebebiyle, dini duygularını zayıflatarak, Türkiye'yi Batı medeniyetinin laiklik düzenlerine adapte için Arapça kelimeler ve terimleri dilimizden kovma savaşı vermişler, bu süreç 1932'de başlayan 'Dil Devrimi' ile kendisini göstermeye başlamıştır. Böylece, dilimizin ideolojik ve siyasi emellere alet edilmesi kendisini ilk olarak böyle göstermiştir. Dilimizdeki bu 'hastalıklı dil hali' nin hem dillerin 'tabii gelişim seyri' ne ve hem de 'ihtilallerin kanunları' na aykırı olduklarını 'Türkçe Yılı Münasebetiyle ' yazı dizimizin ilgili bölümlerinde detaylı olarak incelemiş, anlatmıştık.
Bu yazımızda ise, 'Dil Devrimi' sürecinde, adı geçen üç gruptan hangisi iktidar olmuşsa, dilimizin de onların ideolojik –siyasi yapılanmalarına nasıl alet edilişinin sürecini özetle anlatacağız.
Her İktidar Değişikliğinde Türkçenin Başına Gelenler
Bu cümleden olarak dilimizde farlı farklı ideolojik –siyasi tercihli iktidarlar tarafından bir nevi, akla ve ilme ziyan işlerden 'Ali Cengiz Oyunları' benzeri oyunlar oynanmış, dilimizin karşı karşıya geldiği böyle devasa boyutlarda bir hastalıklı yapılanma uygulaması, tarihte ve günümüzde hiçbir ülke ve devlet bünyesinde yaşanmamıştır. Tarihte bunun tek örneği biziz.
İşte dilimizin devasa boyutlarda 'Dil Devrimi ile dilimizin devrilmesi' sürecinin en kötü yapılanma örneklerinden birisi de bu olmuştur. Gerçi 'Yaşayan Türkçe' nin kullanılmasına yönelik girişimler 'olumlu birer gelişme' olarak değerlendirilmiştir ama, bunu yapan ve seçimlerle iktidardan düştükten sonra yerine gelen yeni parti iktidarının bu sefer de 'olumsuzluklardan' olarak denilerek 'Çağdaş Dil' in (Uydurukça dil anlamında) kullanılmasına yönelik kendi tamimleri veya genelgelerini devlet teşkilatlarına yayınlamasının getirdiği 'ikilem' in varlığı, dilimizdeki istikrarsızlığı sürekli hale getirdiği için 'topyekun değerlendirmek' e yönelik olarak 1938 – 1980 zaman diliminde yaşanan bu süreç, dilimizde 'genel bir olumsuzluk' olarak değerlendirilmiş ve yorumlanmıştır. Yaşanan örnekleme olaylarından olarak kısa bir filim şeridinden yaşanan sahneler kendisini şöyle göstermiştir:
1932 – 1950 zaman dilimini kapsayan 'Tek Partili Cumhuriyet Dönemi' nde , yönetime tek başına genelde 'Batı Kapitalist Burjuva Medeniyeti ve Düzeni' ni getirmek isteyen kadrolar yönetime hakim oldukları için, 'Bu milleti İslamiyet'ten ve mazisinin dilinden ne kadar çok uzaklaştırırsak o derece Batılılaştırır ve Laikleştiririz ' emeliyle hep 'Yaşayan Dilimiz' e saldırmışlar, 'Çağdaş Dil' adı altında onda ne kadar Arapça ve Farsça kelime varsa atılmasının mücadelesini vererek dilimizi yıkmışlar, çok zayıflatılması sonucu Batı dillerinin istila ve işgaline açık hale getirmişlerdir.
Ülkemizde 1946'da 'Demokrasiye Geçiş' ile birlikte, 14 Mayıs 1950 seçimlerini kaşanan Demokrat Parti, iktidar olmayı Cumhuriyet Halk Partisinden devralmıştır. 1950 – 1960 zaman dilimini kapsayan 'Menderes Dönemi' nde, Demokrat Parti Genel Başkanı ve Başbakan Adnan Menderes, Cumhuriyet Halk Partisi ve onun genel başkanı İsmet İnönü'ye muhalefetinin yanında, biraz da 'muhafazakar' kimliğinden kaynaklanan sebeplerden, iktidarda kaldığı sürece, uydurukça dilin yıkımlarını az – çok ortadan kaldırmaya çalıştı. 16 Haziran 1950'de Türkçe okunan ezan Arapçaya çevrildi. Cumhurbaşkanı İnönü'nün 1945'de uydurukça dile çevirdiği Anayasanın dili, 1952' de yeniden eski haline getirildi, Ders kitapları da İnönü döneminin uydurukça dili terk edilerek 'Yaşayan Türkçe' ile yazılmaya başlandı. Devlet teşkilatlarına tamimler gönderilerek , 'Yaşayan Türkçe' ni kullanılmasına özen gösterilmesi istendi. Uydurukça dili yapılanmasından Atatürk vazgeçtiği halde buna İnönü döneminde yeniden dönen Türk Dil Kurumunun yapısı zayıflatıldı, devletten aldığı ödenekleri kesildi.
27 Mayıs 1960 Darbesi ve Rejimi Dönemi yanında (1960 – 1961) ardından gelen CHP lideri İnönü'nün başbakanlığını yaptığı 'Koalisyon Hükümetleri Dönemi' nde' (1961-1965) uydurukça dile, darbe yönetimi ve hükümetler tarafından yayınlanan tamimlerle yeniden dönüldü.
1965 – 1972 zaman diliminde Adalet Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Süleyman Demirel'in az –çok 'muhafazakar kimliği' ile tanınması sonucu, kendi adıyla başlayan dönemi, bu sefer de dil konusunda 'Yaşayan Türkçe' ye geri dönülmesi ve bütün devlet teşkilatlarında ve ders kitaplarında bunun kullanılması için tamimler yayınlandı.
Adı geçen dönemde, Türk Dil Kurumu ve Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumunda (TRT) 'sol kadrolaşma' zirve yaptı. 'Marksist Sol' ve 'Ortanın Solculuğu' nun (CHP'nin sola dümen kıran yeni kimliği) varlığı, basın - yayın hayatında uydurukça dilinin kullanılmasını artırdı. 'Ortanın Solcusu' kimliğiyle siyasi liderlerden olarak CHP Genel Sekreteri ve sonra Genel Başkanı Bülent Ecevit, uydurukça dilin şampiyonluğunu yapmaya soyundu. 1973 – 1980 zaman diliminde Başbakan olduğu her dönemde, devlet teşkilatlarına tamimler yayınlayarak 'Çağdaş Dil' adı altında uydurukça dilin kullanılmasını istedi. Kendisi de uydurukça kelimeler üretmenin hastalıklı hallerini sergiledi. Bununla, edebiyatçı, gazeteci yazar Ahmet Kabaklı' nın 'Ecevitçe' veya 'Ecurufca' adını taktığı uydurukça dil revaç buldu. Ardından muhalifi Demirel iktidara gelince, o da bu sefer tersine 'Yaşayan Türkçe' nin kullanılması tamimleri yayınlamaya başladı. Bu sebeplerden Türkçe, birer istikrarsızlık örneği olarak sık sık el değiştirdiği için genelde 1960-1980 zaman diliminde uydurukça dilin atak yapması sebebiyle 'en karanlık günleri 'ni 12 Eylül 1980 Darbesi ve Rejimi günlerine kadar yaşadı.
12 Eylül 1980 Darbesi ve Rejimi ise, 'Çağdaş Dil' adı altında lanse edilen 'Uydurukça Dil' e tamamen cephe almış, rejiminin sonuna kadar devlet teşkilatlarına yayınladığı tamimlerle 'Yaşayan Türkçe' nin konuşulması ve yazılmasını istemiştir. Bu cümleden olarak ayrıca, ehliyetsiz, liyakatsiz yapılanması ve kadrolaşmasıyla 'Uydurukça Dil Hastalığı' nın odağı olarak gördüğü Türk Dil Kurumu'na da bir çekidüzen vermek ihtiyacını duydu. Onu, yeni kurulan Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu'na bağlayarak devletleştirmiş, başına Türkçeye daha iyi hizmet verecek kadroların getirilmesine başlanmış, bu haliyle, 1932'den beri sürüp gelen Türkçenin uydurukça dile dönüştürülmesi az çok tavsamıştır. Ama, bu sefer de 12 Eylül rejiminden sonra dilimize ikinci bir büyük dil yol kazası olarak 'Türkçe kalesinin İngilizce tarafından işgali' kendisini göstermiştir. Dün uydurukça dil elinde can çekişen dilimiz bugün itibariyle, Türkçe karşılıkları ola ola, bunların yerine İngilizce kelimelerin kullanılmaya başlanması ve işyerlerimize İngilizce isimlerin verilmesiyle birlikte can çekişmeye devam etmektedir.
Özet olarak, her iktidar değişikliğinde nesiller, bunların farklı farklı ideolojik –siyasi tercihlerinden olarak hangi dili kullanacakları bocalaması içine girdiklerinden, doğru - dürüst ve istikrarlı bir kimlik kazanamadılar. Dilimizle sürekli oynandığı için 'arabeks bir toplum yapılanması' gibi 'eksantrik' ve 'absürt' bir toplum yapılanması içine düşüldü. Kültür ve dil hayatımızda 'büyük felaket' yaşandı. Gelen 'dil fakirliği' sebebiyle yaratıcı zihinler dumura uğratıldığı için Cumhuriyet döneminde milletimizin bölgesinde ve dünya süpür güç olmasını engelleyen sebeplerden birisi de işte bu oldu. Bütün bunlara, 'Dil Devrimi ile gelen dilimizin devrilmesi' damgasını vurdu. Sebep olanları, tarih daha geniş boyutlarda yargılayacaktır.
Yazımızın bu konusundan olarak bazı eleştiriler ve tepkiler şöyledir:
Prof. Dr. Murat Belge: 'Dile politik iktidarların müdahalesi zararlıdır. Dilini değiştirmek Türkiye'ye özgü bir tuhaflıktır.' (Yazko Edebiyat, Sayı 20, Haziran 1982, s. 94)
Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu: 'Dilimiz, siyasi ve ideolojik bir unsur haline getirilmiştir.' (Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu, Türkçenin Karanlık Günleri, İstanbul, 1972, s. 34)
Orhan Seyfi Orhon: 'Dile particilik ve politikacıların karışması iyi değildir. Biraz sonra birbirimizi anlayamaz hale geleceğiz.' (Son Havadis Gazetesi, 6 Şubat 1963)
Prof. Dr. Osman Turan: 'Başka memleketlerde ilim adamları dışında dile kimse müdahale edemez.' (Yeni İstanbul gazetesi, 2 Kasım 1964)
H.C. Hony (İngilizce - Türkçe Büyük Sözlük' ün yazarı İngiliz Türkolog): 'Türk diline politikacıların karışması iyi olmamıştır.' (Nejat Muallimoğlu, Türkçe Bilen Aranıyor, İstanbul, 1973, s. 310)