Yarı esprili ve yarı doğru adına atalar sözü mü diyelim bir sözümüz var: “İyi insanlar göçüp gidiyor, dünya kötü insanlara kalıyor.”   Bunu nasıl kabul ederseniz edin bu defaki “Biyografik Hatıralar” mın konusu olarak, geçtiğimiz tarih 18 Mart  2021’deki vefat yıldönümündeki (18 Mart 2018’de rahmani  rahime kavuşmuştu) anısına yazdığımız bu  yazımızda,   dostumuz  Güzel insan, Hasan Celal Güzel’den bahsedeceğiz.

Yarı esprili ve yarı doğru adına atalar sözü mü diyelim bir sözümüz var: 'İyi insanlar göçüp gidiyor, dünya kötü insanlara kalıyor.' Bunu nasıl kabul ederseniz edin bu defaki 'Biyografik Hatıralar' mın konusu olarak, geçtiğimiz tarih 18 Mart 2021'deki vefat yıldönümündeki (18 Mart 2018'de rahmani rahime kavuşmuştu) anısına yazdığımız bu yazımızda, dostumuz Güzel insan, Hasan Celal Güzel'den bahsedeceğiz.

Yazımız uzun bir yazı oldu. Zaten bu köşede ilk yazımı yazdığımda, büyük ve yüklü tarihi birikimim sebebiyle, peşinen birçok yazımın uzun olacağını dile getirmiştim. Uzunluklar ve teferruatlardan korkmayalım. Atalarımız, 'İşlerini uzun tutanlar zengin, kısa tutanlar fakir olurlar' demişlerdir. Şu atalar sözü veya vecize de bana aittir: 'Başarılı olmanın ve ataklar yapmanın sırları, teferruatların satır aralarında gizlidir.' Define arar gibi bu saklı, sırlı 'altınlar' ı bulup 'zengin' olabilirsiniz. Yazımı okumaktan üşenenler kısmen veya ilgilerini çeken ara başlıklı kısımlarını okuyarak faydalanabilirler. 'Dizi yazı' niyetine de okuyabilirsiniz.

Güzel İnsan' ımızın biyografisine az çok vakıfım ama, daha detaylı, derli –toplu ve doyurucu bilgiler için kurucusu ve sahibi olduğu çıkmaya devam eden 'Yeni Türkiye Dergisi' nin çalışan elemanlarından aldığım 'özgeçmiş' ini buraya aynen alarak yazıma başlayacağım.

Hasan Celal Güzel'in Kısa Özgeçmişi

'Hasan Celal Güzel, 1945 yılında Gaziantep'te doğdu. İlk ve orta öğrenimini Malatya'da tamamladı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü'nden mezun oldu. Makro ekonomi alanında 'Türkiye'nin İktisadi Büyüme Modelleri' adlı doktora tezini verdi.

Devlet Planlama Teşkilatı'nda (DPT) çeşitli ekonomik ve sosyal sektörlerde uzman yardımcısı, uzman ve sektör sorumlusu olarak çalıştı.

Başbakanlık Müşavirliği, Başbakanlık Ekonomik ve Sosyal İşler Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı Müşavirliği ve Müsteşar Yardımcılığı, DPT Genel Sekreterliği ve Müsteşar Vekilliği ve Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı gibi görevlerde bulundu. 24 Ocak 1980 ekonomik istikrar tedbirlerinin alınmasında önemli bir rol oynadı. 1983 yılında 38 yaşında Türkiye'nin en genç Başbakanlık müsteşarı oldu.

Ayrıca; çeşitli üniversitelerde, akademilerde ve Kara Harp Okulu'nda ekonomi, maliye, hukuk, ekonomik ve sosyal tarih, ekonomik sistemler ve doktrinler ve kamu yönetimi konularında öğretim görevlisi olarak hizmet verdi, binlerce öğrenci yetiştirdi ve akademik çalışmalar yaptı.

1986 Yılı ara seçimlerinde Anavatan Partisi'nden (ANAP) Gaziantep Milletvekili seçildi ve Turgut Özal Hükümeti'nde, Devlet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü olarak görev aldı. 1987 yılı genel seçimlerinde yeniden Gaziantep milletvekili olarak seçildi. Seçimlerden sonra Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı yaptı.

23 Kasım 1992'de Yeniden Doğuş Partisi'ni (YDP) kurdu ve Genel Başkan seçildi.

Hasan Celal Güzel, hayatı boyunca darbelere karşı hep demokrasiyi savunda ve hür düşünce için mücadele etti.

1994 Yılı sonunda 'Yeni Türkiye Stratejik Araştırma Merkezi'ni kurdu ve "YENİ TÜRKİYE" isimli 2 aylık akademik dergiyi yayınlamaya başladı. Yeni Türkiye kısa zamanda bir okul haline geldi. 2016 yılı sonuna kadar 7.800 akademik makaleden oluşan 92 ciltlik ve 77.000 sayfalık dev bir külliyat ortaya çıkarıldı. Hasan Celal Güzel halen 'Yeni Türkiye Stratejik Araştırma Merkezi Başkanı' olarak çalışmakta ve akademik faaliyetlerde bulunmaktadır.

Güzel'in ekonomi doktorası yanında, Türk tarihi, kültürü ve eğitimi konularında üç ayrı dalda fahri doktora unvanı bulunmaktadır.

Hasan Celal Güzel'e, Türkler konusundaki uluslararası çalışmasıyla Türk Tarih Kurumu takdirnamesi verilmiştir. Ayrıca Türk Dünyası çalışmasıyla TÜRKSAV'ın hizmet ödülüne layık görülmüştür. Merkezi Kazakistan'da bulunan Uluslararası Türk Akademisi (TWESCO) tarafından, Türk Dünyasına devlet adamı kimliğiyle sağladığı katkılar yanında, bilimsel çalışmalarla yaptığı hizmetler, ortak kültür ve medeniyet projelerinden dolayı 'Türk Dünyasına Hizmet Ödülü' almış ve altın madalya ile ödüllendirilmiştir.

Kurduğu YTSAM (Yeni Türkiye Stratejik Araştırma Merkezi), bugün bütün dünyada ve Türkiye'de üç binin üzerinde akademisyen ile işbirliği halindedir ve Türkiye'nin en büyük ve en üretken stratejik araştırma merkezidir.'

İşte Hasan Celal Güzel için neden 'Güzel İnsan' dediğimiz hayat ve büyük hizmetler özeti budur. Kendisi bir bürokrat olan Güzel İnsan'ın, bu kadar geniş ve başarılı hizmetleri pek az bürokrata nasip olur. Zaten bu sebepten içte ve dışta kendisine 'en büyük ödüller' in verilmiş olduğunu yukardaki biyografisinden öğrendik.

Hasan Celal Güzel'i Gıyaben Tanımam

Güzel İnsan'ı, ilk defe gıyaben tanımam, 1970'li yılların başında bizim gibi 'Milliyetçi-Muhafazakar Demokrat' olmasa sebebiyle, 1960'lı yıllarda Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi' de okurken fakültenin 'Milliyeti öğrenci liderlerinden' birisi olması sebebiyle olmuştu. Detayını, kendisi de Gaziantep'li olan ve adı geçen fakültede okuyan, dostumuz Melih Gökçek, bir toplantı sırasında arkadaşlar grubumuza anlatmıştı: 'Solcu kimlikli ' denilen ' SBF Fikir Kulübü' karşısına bir nevi 'Milliyetçi-Muhafazakar alternatif ve kimlikli' olarak 'Siyasal Bilgiler Fakültesi Hür Düşünce Kulübü' nü bir grup arkadaşları ile birlikte kurmuşlardı. Başkanı Hasan Celal Güzel, Başkan Yardımcısı Abdülkadir Aksu olmuş Gökçek de bunları yardımcı elaman olarak hizmet etmişti. Gel git zaman, onu daha da gıyaben tanımam 1986'de Gaziantep milletvekili seçilip Başbakan Özal Hükümetinin Devlet Bakanı ve Hükümet sözcüsü olması sonucu medyadan sık sık duymaya başladığım demeçleri ile tanımaya başladım.

Hasan Celal Güzel'i Vicahen Tanımam

Gıyaben tanımamın ardından vicahen (yüz yüze) tanımam, 1987'de Özal Hükümeti'nin Milli Eğitim Gençlik ve Spor bakanı olduğu günlerde oldu. Aynı tarihte Türkiye Büyük Millet Meclisinde Anavatan Partisi Kayseri Milletvekili Ankara Ziraat Fakültesinden arkadaşımız ve komşu köyümüz Gaziköy'den meslektaşım Mustafa Şahin'i ziyarete gitmiştim. Onu ziyarete gelmişken Bakanımız Güzel'i de ziyaret edeyim ve tanışayım demiştim.

Sayın Şahin'den bir isteğim vardı: Dünyanın Büyük Devletleri (İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya, Rusya) ve komşumuz küçük devletlerle (Yunanistan, Bulgaristan, Ermenistan, İran, Arap Devletleri ve İsrail ile ilişkilerimiz ve savaşlarımızı konu alan 'Tarihte Türkiye Üzerine Emeller Dizisi' nden 8 kitap yayınlamış ve Milli Eğiti Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığından öğretmen ve öğrencilere tavsiye yazılarını çıkarttırmıştım. Bunları, zaten önceden Genelkurmay Başkanlığı da tavsiye etmiş, bütün personeline duyurmuş ve kütüphanelerine aldırtmıştı. Kültür Bakanlığı da kütüphanelerine az da olsa almıştı. Durum bu noktalara gelince, kitaplarım mutlaka lise ve dengi okulların da kütüphanelerini girerek buralarda da gençliğimizin tarihimizdeki dostlarımız ve düşmanlarımızı öğrenmesi için MEB tarafından da satın alınmasını istiyordum.

Alınmasın yardımcı olunması için 8 kitabı Mustafa Şahin'e verdim. 'Yardımcı olayım' dedi. 'Şimdi Meclis toplantısı var. Bakanımız Hasan Cemal Bey'de salonda. Gidip ona gösteriyim' dedi. Toplantının bitmesine az zaman varmış, 'Sen git misafir dinleme salonunda oturumu dinle. Bitiminde beraber yemeğe gidelim' dedi. O görüşme salonu ben de dinleme salonuna gittim. Dinleme salonundan izliyordu. Sayın şahin Sayın Güzel'in yanına gelerek sohbete daldılar. Bu arada kitaplarımı gösterdi. Sonradan bana anlattığını göre, Sayın Güzel, 'Bu kitapların yazarı Süleyman'ı gıyaben tanıyorum, buradaysa yüz yüze tanışalım' demiş. Şahin'de 'Burada, karşıda dinleyici salonunda oturuyor, toplantı bitiminde görüşeceğiz, zaten kendisi de sizinle tanışmak istiyor' demiş. Nitekim de tanıştık. Sayın Güzel, benimle tanıştığından memnun kaldığını söyledi ve kitaplarımın ülkemizin büyük bir ihtiyacına cevap veren değerli kitaplar olduğunu dile getirdi. 'Kitaplarından alçağız. Yayınlar Dairesi Başkanlığımıza git başvurunu yap' dedi. 'Birbirimizle görüşmeye devam edelim' deyince karşılıklı olarak telefonlarımızı verdik, yemeği üçümüz birlikte yerken masada memleket meseleleri hakkında uzun uzun görüş teatisinde bulunduk.

Süleyman Kocabaş Özel Tarih İhtisas Kütüphanesi

Yemekte konuşurken Sayın Güzel'in kendisine, Kayseri'de Türkiye'nin 100 bin kitaplık ilk özel kütüphanesi halka ve araştırmacılara açık, tamı tamına kamu hizmeti, devletin yapması gereken yatırımı ben yapacağım halde, 'Süleyman Kocabaş Özel Tarih İhtisas Kütüphanesi' ni kurmayı planladığımı, bunun için 'ön çalışma' olarak halihazır oturduğum evimden ailemi çıkararak, yeni bir eve taşınacağımı, kütüphane yapacağım 100 metrekarelik evimin bitişiğindeki dairenin satılık olduğunu, bunu alarak kütüphanemi daha geniş boyutlara taşıyacağımı, bunun için nakite ihtiyacım olduğunu, Bakanlığınız tarafından hatırı sayılır bir alım yapılarak bana faydalı olmanızı isterim dedim. 'Tamam, Yayınlar Dairesi Başkanımız sınıf arkadaşım Prof. Osman Okka ile görüşerek bunları halledeceğiz, Türkiye'de zaten kütüphane sayısı en çok olan kuruluş biziz' cevabını vermişti. Sonra ben, Meclis'ten ayırıldım. MEB. Yayınlar Dairesi'ne gittim ve kitaplarımın alınması için dilekçemi verdim. O yıl, 'Emeni Meselesi Nedir Ne Değildir?' ve 'Tarihte ve Günümüzde Türk Yunan Mücadelesi' isimli iki kitabımdan 12 milyon liralık (bugünün parası ile 12 bin lira) alındı. Yan daireyi almak için bu yeterli değildi. Sahibi ile 25 milyona anlaşmıştık. 12 milyon lirayı harcamayarak ikinci alımı bekledim.

Ertesi yılda diğer 6 kitabım için de alınma karar çıkınca çok sevindim. Bu kitaplarım yan başlıklarını muaf tutarsak ana başlıklar olarak şöyle idi: Türkiye ve İngiltere, Tarihte Türk Rus Mücadelesi, Tarihte Türler ve Fransızlar, Tarihte Türler ve Almanlar, 'Türkiye ve Siyonizm, Avrupa Türkiye'sinin Kaybı. Yayınlar Dairesi Başkanı Prof. Osman Okka beni telefonla aradı. 'Hocam, 6 kitabından da şu şu kadar paketle, yazısını hazırlıyoruz, 22 milyon liralık (şimdinin 22 bin lirası) alacağız' dedi. Dedi ama, kendisi bir ay sonra görevinden alınınca bizim işimiz yattı. Gelen yeni başkan, alım işini iptal etti. Buna da çok üzüldüm. 22 milyonu alabilse idim. 'Süleyman Kocabaş Özel Tarih İhtisas Kütüphanesi' ni genişleterek iki katına çıkaracaktım.

100 metrekarelik kooperatif evim kitaplarımla iyice dolmaya başlamıştı. Ailemiz de içindeydi. Eşim Hikmet çok kızıyordu. Yeni kitaplar alıyor ve hep kitap kolileriyle geliyordum, Eşim haklı olarak, 'Bıktım şu kitaplarından, evde çocuklara yedirecek meyve –sebze yok, meyve –sebze paketleri ile geleceğine kitap paketleri ile geliyorsun. Ne çocuklarla ne de benimle ilgileniyorsun, dört odanın en büyüğünü de kitaplarla işgal ettin, burası ev mi kütüphane mi anlayamadım, götür bütün kitaplarını istemiyorum, bu memleketi sen mi kurtaracaksın!...' diye ağlamaklı sitem etti. Ben de kendisini, 'Hayıtım-canım, üzme tatlı canını. Bu günler gelip geçer, yakında emekli olacağım ve sana emekli ikramiyemle kaloriferli, asansörlü bir ev alacağım' deyince biraz sakinleşti ve sevindi. Nitekim de 16 Ocak 2002'de emekli olunca, kütüphane yapacağımız evimizin yakınından istediğimiz evi aldık ve taşındık. Önceki evi, raflar alarak tamamen kütüphaneye çevirdik. Herkesin gelip faydalanması için basına haber verdik. Gelip çekip haber yaptılar. Kayseri kanalları yanında TRT bile haber yapıp bütün Türkiye'ye duyurdu.

Gel git kitaplarımızın sayısı 10 binden 30 bine çıktı. Yarım asırlık da gazete ve dergi koleksiyonumuz var. Ev dar geliyor; baktık olmayacak, babamdan miras kalan tarlayı satarak, Erciyes Üniversitesine çok yakın sayılabilecek bir yerden 500 metrekareye yakın bir arsayı önceden almıştım. Buraya taşınmak için çatı, bodrum dahil 4 katlı müstakil 'Süleyman Kocabaş Özel Tarih İhtisas Kütüphanesi' yaptırmaya başladık ve binaya 100 bin kitap koymayı planladık. 'Üzerinde Güneş Batmayan Korona Virüs İmparatorluğu' bizi de vurunca inşaat işlerimiz durdu. Kitap fuarları yapılamadığı için sermayesiz kaldık. İnşaatımızın yalnızca iç boyası, zemin parke, kalorifer peteklerinin konulması, iç elektrik donanımı, bahçe duvarı çevrilmesi işleri kaldı. Bunları da tamamlamak için bir kampanya başlattım. Yazıp yayınladığım 80 kitabımdan 39'u tükendi ve satış için 41 çeşit kitabım kaldı. Bunların toplam tutarı 1636 liradır. Kütüphane inşaatıma kitap alarak bana yardımcı olmak isteyen dostlara, indirimli 1100 liraya kampanya yaptım. İsteyenlere fatura keserek gönderebilirim. E- postam kocassuleyman@gmail.com adresimden bana ulaşabilirsiniz.

H.C. Güzel'in Anavatan Partisi Genel Başkanlık Adaylığı

Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in bu görevinin süresi Ekim 1989'da doluyordu. Anavatan Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Turgut Özal bu göreve talip olarak adaylığını koydu. Seçimlere, muhalefet partileri Özal'ın adaylığını istemedikleri için boykot ederek Meclis'e gelmemişler, Özal, 31 Ekim 1989'da yalnızca partisinin milletvekillerinin oylarıyla Cumhurbaşkanı seçilmişti. Özal, kendisi Cumhurbaşkanı seçilince, boşta kalan Başbakanlığa Anavatan Partisi Erzincan Milletvekili ve TBMM Başkanı Yıldırım Akbulut'u atadı.

Özal'ın Cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte, Anavatan Partisi Genel Başkanlığı da düşmüş, yenisinin seçilmesi gerekiyordu. Bunun için 16 Kasım 1989'da Anavatan Partisi Olağanüstü Kongresi toplandı. Başbakan Akbulut oylamada Genel Başkan seçildi. Buna 'normal' gözü ile bakıldı. Çünkü, Türk siyasi hayatının teamüllerinden olarak, Başbakan'ın partisinin genel başkanı olması gelenektendi.

Anavatan Partisi'nin Üçüncü Olağan Kongresi Haziran 1991'de oldu. Kongre programı içinde genel başkan seçimi de vardı. Adaylık için üç başvuru vardı: Başbakan Yıldırım Akbulut, Gaziantep Milletvekili H.C. Güzel ve Rize Milletvekili Mesut Yılmaz.

Mesut Yılmaz, kendisini genel başkanlığına hazırlamak için Dışişleri Bakanlığından hem de Başbakan Akbulut'u 'yerini dolduramamak' la suçlayarak 16 Şubat 1990'da istifa etmiş ve genel başkanlık için kulis faaliyetlerine girişmişti. Baş rakibinin Akbulut olacağını düşünerek, onun hakkındaki 'yıpratma savaşları' na erkenden başladı. Hakkında aslı astarı olmayan çok kötü propagandalar yaptı. Siyasi hayatında Akbulut'un fazla bir 'kariyeri' nin de olmayışı, Yılmaz'ın işine yaradı. Akbulut'un Anavatan'dan milletvekili olması hasb-el kader veya emrivaki olmuştu. 6 Kasım 1983 seçimlerinde Anavatan Partisi Erzincan'dan 3 kişilik milletvekili adayı bulmakta zorlanmış, ancak 2 bulabilmiş, üçüncüsünü bulamamıştı. Tam liste olarak katılmak istiyordu. Erzincan'da serbest avukatlık yapan Avukat Yıldırım Akbulut 'rica – minnet' bulunup liste tamamlandı. Anavatan Partisi seçimlerden tulum çıkardı. Erzincan'dan çıkacak üç milletvekilini de o kazandı.

Sayın Akbulut'un siyasete atılmak gibi bir emeli, hevesi olmadığı ve geçmişinde de kendisini bu uğurda hazırlamadığı için siyasi hayatı yavan kalacaktı. Sonra, siyasi bilgisinin kıtlığı yanında, iyi bir hitabet gücü de yoktu. İyi bir taşra çocuğu ve Anadolu efendisi, dürüst birisi idi. Türk siyasi hayatına hakim, 'Kirli siyaset ve ayak oyunları' nın ne demek olduğunu ve nasıl işlediğini de bilmiyordu. Bu sebeplerden de Anavatan Partisi nin özellikle yönetim kadrosunun bir dereceye kadar da seçmen kitlesinin gözünü pek dolduramamıştı. Cumhurbaşkanı Özal'ın nezdinde de 'silik' kalmıştı. Onu Başbakanlığa bile hasb-el kader getirmişti. Önümüzdeki parti olağan kongresinde değiştireceği tahmin ediliyordu.

Kongrede genel başkan olmak için en hızlı ve sürekli propagandayı Mesut Yılmaz yapıyordu. Yılmaz'ın propagandasının ana teması, ülke içi ve dışında herkesin kendisini tercih ettiği propagandası olmuştu. Yılmaz'ın tek doğru propagandası buydu. Rakibi, H.C. Güzel'i de iyice yıpratmak için tartışmalı konu 'Hande Olayı' nı ortaya atmıştı. İçte onu kimler istiyordu? Başta İstanbul – Ankara – İzmir 'dukalık üçgeni' nde sermaye çevreleri, klasik politikacı ve bürokratları (Kemalist- Amerikancı - Batıcı çevreler) Yılmaz'ı istiyorlar, onun hakkında 'Taşra çocuğu değil, bir İstanbul Efendisidir' propagandaları da yaparlarken adaylardan Akbulut ve Güzel için de 'Taşra çocukları' oldukları ve sanki yalnızca bu sebepten bile 'Cumhurbaşkanı olamayacakları' propagandası yapıyorlardı. Solcularımız zaten, Akbulut –Güzel ikilisini 'Milliyetçi-Muhafazakar' olarak bildikleri için 'liberal – seküler' kimliği ile kendilerine yakın Yılmaz'ı destekliyorlardı. Türk Silahlı Kuvvetleri ise, zaten daha 12 Eylül 1980 Darbesi Rejimi günlerinde erkenden 'ÖZAL'IN VELİAHTI ' olarak Yılmaz'ı gözüne kestirmişti.

Yılmaz'ı tercih eden iç çevrelerden birisinin de 'masonlar' oldukları tahmin ediliyordu. Adalet Partisi kurucusu ve Genel Başkanı Emekli Orgeneral Ragıp Gümüşpala ölünce, (İstanbul Ortaköy'de bir otelde ölümünde şaibe vardır) yerine, 24 Kasım 1964'de parti kongresinde Süleyman Demirel'i partinin başına masonların getirdiğini zaten herkes bilir. Yılmaz'ın mason olduğu Haziran 1991 Anavatan Partisi Olağan Kongresi günlerinde açıklanmadı. Daha sonraki yıllarda, hangi 'gizli plan' a müstenit olduğunu tam tespit edemediğimiz Takvim gazetesi tarafından belgeleri ile açıklandı. Anavatan Genel Başkanı ve Başbakan Yılmaz buna ateş püskürdü. 'Mason olmadığı' nı ispat için gazeteyi mahkemeye verdi ve davayı kazandı, tazminat aldı. Aldı ama, bu sefer de masonların hışmına uğradı. O yılların masonlarının Türkiye Üstat-ı Azamı (Başkanı) 'Türk Mason Dergisi' ne bir başyazı yazarak Yılmaz'ın mason olduğunu ihsas ve imaya yönelik görüşler serdetti. 'Eyyy!... Yılmaz, Masonluk kötü bir şey midir de, 'mason değilim' diyerek kendini temize çıkarmak mı istiyorsunuz ?' yollu yazı yazıp ona sitem etti. Masonlar aynı sitemi, 24-27 Kasım 1964 sonrasında da Adalet Partisi Genel Başkanı Demirel için yaptılar. Bahsettiğimiz tarihteki genel başkanlık seçimlerinde Demirel'in karşısındaki aday, Isparta Milletvekili Saadettin Bilgiç, 'Demirel Masondur' belgesini bütün kongre delegelerine dağıttırarak, Demirel'i değil, kendisini seçtirmek istiyordu. 'Kurt politikacı' denilen Demirel boş durur mu? O da Türkiye Mason Locaları Başkan Yardımcısı ve Amerikan şirketi Mobil'in Türkiye temsilcisi Dr. Nejdet Egeran'dan, 'Defterlerimizde Süleyman Demirel isminin kaydına rastlanmamıştır' belgesini alıp o da 'Mason olmadığı' nı ispatlamak için delegelere dağıtınca, Bilgiç'in adı 'yalancılık' a çıkıp itibarını iyice kaybetmesi sonucu seçilen Demirel olmuştu. Olmuştu ama, ardından masonlar arasında 'deprem' yaşandı. 'Demirel Ankara Bilgi Locasına kayıtlı mason olduğunu biline biline masonluk kötü bir şey midir de, 'mason değilim' belgesi alıyor?' itirazları ve hücumuna maruz kaldı. Demirel'in mason olduğu doğru idi. Ama, kamuoyunda masonluğun adı 'Allahsızlık, dinsizlik, Yahudiler ve Siyonizm'e hizmet etmek demektir' e çıktığı için Demirel'in mason olduğu biline biline o seçilemezdi. Zaten ona 'mason değilsin' belgesini evren Egeran da bunu bili bile yaptığı, 'Bir Dul Kadının Oğluna yardım etmek' kabilinden ve AP genel başkanlığına kendi adamlarından birisini getirmek için' bunu 'kerhen' de olsa yapmak zorunda kaldığını kamuoyu önünde açık açık söyledi. Ardından 'masonlar arası savaş' başladı. İkiyi bölündüler. Mason Orhan Hançerlioğlu'nun başkanlığında yeni bir loca olarak 'Türkiye Büyük Mason Mahfili' ni 6 Haziran 1966'da kurdular. Öyle anlaşılıyor ki masonlar, Türkiye'nin başına kendi adamlarını getirmek için Demirel ve benzerlerine oynamışlar ve bunu başarmışlardır. Yılmaz'ı çok yakından tanıyan ve hatta Siyasal Bilgiler Fakültesinden arkadaşı olan dostumuz Kayserili hemşehrimiz Mehmet Tutar, bana onun 'masonluğun ikiz kardeşi' denilen 'Rotaryen' olduğundan bahsetti. Yani, masonluk gibi uluslararası bir kurum olan, zengin iş adamları ve tüccarların ona üye olabileceği 'Rotayr Kulübü' üyesi olduğunu söyledi. Fakültede arkadaşlarından olarak, Yılmaz'ın öğrencilik hal ve hareketlerini de sorduğumda, şunları söyledi: 'Sağı ve solu olmayan (ideolojik olarak öğrenci fikir ve eylemlerine katılmayan), kasıntılı, zengin çocuğu rolünde (Babası Rizeli bir zengindi. İstanbul'da lise yıllarımızda Beyazıt'ta bulunan Beyaz Saray'a gider İslami kitaplar satan yayınevlerinden kitaplar alırdık. Burası 1980'li yıllarda boşaltılırken 5-6 katlı binanın Yılmaz'ın babasının olduğu öğrendik. Otel haline getirildi. Kitapçılar da Veznecilere Yümni İşhanı'na taşındılar), bol bol sigara içmek ve dersleri dinleyip hemen çekip gitmekle tanınan birisidir.' Bunları bana anlatan dostum, adı geçen fakültenin Hasan Celal Güzel gibi faal milliyetçi –muhafazakar öğrenci grubundandı. O yıllarda ben, Ankara Ziraat Fakültesinde okurken o da Kayserili hemşerim olarak SBF'de okuyordu. Ev tutmuş burada kalıyordu. 12 Mart 1971 darbesi yapılıp öğrenci yurtları kapatılınca beni yanına, evine aldı. Kayseri'ye dönmeden fakülteme böyle devam edebildim.

İçte basın da Yılmaz'dan yana idi. Adına 'Derin devletin gazetesi' denilen ve çeşitli tedbirler ve 'algı operasyonları' ile 'Türkiye'nin en yüksek tirajlı gazetesi' haline getirildiği için adına 'Türk Basının Amiral Gazetesi' sıfatı verilen Hürriyet de seçimler arifesinde hem Demirel hem de Yılmaz lehine yoğun propaganda yapmıştı. Aynı gazete, yanı propagandayı Cumhurbaşkanı Özal 17 Nisan 1993'de vefat edip yerine 16 Mayıs 1993'de Demirel seçilince, Tansu Çiller'i Doğru Yol Partisi Genel Bakanı yapmak için de yoğun bir propagandaya girişmişti. Tansu Çiller, 13 Haziran 1993'de genel başkan seçilince, 'Amiral Gazetemiz' 14 Haziran'da baş sayfası bütünüyle Çiller'in resmi ile kaplı olduğu halde en altında 'MUHTEŞEM ZAFER' manşetiyle çıkmıştı.

Amerika Koleji Robert Koleji ve sonra 1970'li yıllarda 'Boğaziçi Üniversitesi' nde ekonomi Profesörü Çiller için de Amerika ile yakın ilişkileri olan birisi olduğundan bahsediliyordu. Sayın Çiller, kendisini Demirel'in partisi Doğruyol Partisi misyonlu olarak politikaya hazırlamak için (bir nevi onun veliahtı olmak istiyordu) için erkenden sık sık, Türkiye'nin ekonomik problemlerini ortaya koymak ve çözüm yolları göstermekten olarak ('kurtarıcılık' a soyunmak gibi bir şey) demeçler vermeye başlayarak, adı geçen partinin Genel Başkanı Süleyman Demirel'in 'gözüne girmek' i başarmışı, en sonunda parti genel başkanlığına kadar tırmanışın fırsatını yakalamış ve ardından Demirel Çankaya Köşküne postunu serince o da partinin Genel Başkanı ve Başbakan olmuştu. Olmuştu ama, Cumhurbaşkanı Demirel de Cumhurbaşkanı Özal benzeri o nasıl ki 'Mesut Yılmaz'ı tercih etmekle hata ettiğim' dediği gibi, gerekçe olarak 'Çiller'in başarısızlıkları' sebebiyle Özal'ın Yılmaz için söylediğinin benzeri 'Tansu Çiller'i tercih etmekte hata etim' dediğini, onun Çankaya'da Basın Başdanışmanı Gazeteci Yazar Cüneyt Arcayürek yazdığı hatıra kitaplarında defalarca açık açık yazacaktır. (Cüneyt Arcayürek, 11 Cumhurbaşkanı 11 Öykü, Çankaya 1980 – 2011. C.2, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2012. S. 396 – 398) .

Demek ki bizde, 1990'lı yıllar hep, 'Hatalar zincirlemesi' ile geçmiş, bu sebepten milletimiz, bunlara bir de 28 Şubat 1997 Post Modern Darbesi 'Hatası ve rezaleti' zincir halkası eklenince, adına 'Milenyum' da denilen 21'inci yüzyıla, çok büyük buhranlar ve bunalımlar içinde girmiş, manevi ve maddi yapası büyük hasar görmüş, ekonomisi iç ve dış sömürü odakları tarafından alabildiğine yağmalanmış, bu olup bitenlerle milletimizin yıkılmayıp ayakta kalışına hep dua edilmiştir.

Hürriyet gazetesinden bahsediyorduk: Bütün bu olup bitenlerden (Demirel, Yılmaz ve Çiller'in seçilmesi) anlaşılan, 'TÜRKİYE'Yİ TÜRK HALKI DEĞİL HÜRRİYET GAZETESİ İDARE EDİYOR' izlemini uyanmıştı. İşin esasına bakılırsa, bu 'izlenim' den de öte bir 'gerçek' idi. Bu da nereden çıktı? diyeceksiniz. Şuradan çıktı: 1 Mayıs 1948'de 'Demokrasiye Geçiş' in ardından Sedat Simavi tarafından 'algı operasyonlu' olarak çıkartılıp yükseltilen gazetenin başına o ölünce, oğlu Erol Simavi geçmişti. Erol Simavi, 1980'li yıllarda gazetesinde dizi yazı halinde 'Hayat ve Hatırat' ını anlattı. 33 dereceli mason olduğunu, bir dönem Türkiye masonlarının başkanlığını yaptığını yazdı. Bize, 'TÜRKİYENİN KİMLER TARAFINDAN YÖNELTİLDİĞİ' ne dair de 'İPUÇLARI' verecek açıklamalarda bulundu. Türkiye'nin yönetiminde 'Yasama, Yargı ve Yürütme' olarak 'kuvvetler ayrılığı' ndan üç kuvvetin bulunduğunu, dördüncüsünün ise basın olduğundan bahsetti. Hatta daha da ileri giderek, basın için 'TÜRKİYE'DE BASIN BİRİNCİ KUVVETTİR' açıklamasında da bulunması, her şeyi düpedüz ortaya koyuyordu. Artık gerisinin yorumunu sizler yapınız!...

Mesut Yılmaz, kendi propagandasını yaparken, Amerika, NATO ve bütün Avrupa ülkelerinin de kendisinden yana olduğunu söylüyordu. Özet olarak 'İç + Dış Koalisyon = Genel Başkan ve ardından Başbakan ve belki de giderek Cumhurbaşkanı Mesut Yılmaz olmak matematik formülü kendisini böylece gösteriyordu.

ANAP'ta genel başkanlık seçimi için 15 Haziran 1991 tarihi gelip çatmıştı, ama, Cumhurbaşkanı Özal ve ailesi ne düşünüyorlardı? Eşi Semra Özal bu sırada ANAP'ın İstanbul İl Başkanı idi. 'Liberal' kimlikli denilen Yılmaz'a açık destek verdi. Zaten kendisi de liberaldi. Eşi Özal'ı Yılmaz lehine zorladı. Yılmaz'ı tercih etmez ise, 'aile düzenlerinin bozulacağı' nı ihsas ve ima ettiğinden de bahsedilir. Özal da artık en sonunda 'Yılmaz' deyince Başbakan Akbulut ve Güzel seçimi kaybettiler. Yılmaz 621, oy alarak partinin üçüncü genel başkanı seçilmişti. Ardından Başbakan istifa edince, Cumhurbaşkanı Özal, Akbulut'un yerine Mesut Yılmaz'ı getirdi. Getirdi ama, Özal'ın partisi ANAP'ın Genel Başkanı ve Başbakan Yılmaz'ın elinde batacağının emareleri de kendisini erkenden göstermeye başladı.. Seçimlerin yapılmasına daha uzun bir süre varken erken seçim kararı alarak 20 Ekim 1991 Türkiye'yi seçime soktu. Sonuçları onun için tam bir hezimetti. Seçimlerden birinci parti olarak Demirel'in Genel Başkanı olduğu Doğru Yol Partisi çıkmış, ikinci parti ANAP, üçüncü parti Erdal İnönü'nün genel başkanı olduğu Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) olmuştu. Demirel, İnönü ile koalisyon hükümeti kurdu. Yılmaz'ın Başbakanlığı ancak 4 ay kadar sürebilmiş, ANAP büyük bir darbe yemiş ve ardından Cumhurbaşkanı Özal, başına 'kaynar su' dökülür duruma düşmüştü.

H.C. Güzel'in ANAP'tan İstifası ve Yeniden Doğuş Partisini Kuruşu

Güzel İnsan, mert, dürüst ve inandığı ideallerinden taviz vermeyen bir insandı. ANAP'a genel başkan seçileceğini beklerken, kazanamaması onu büyük hayal kırıklığına uğrattı. Partisine küstü. 'Madem ki parti ve partililer beni tercih ve tasdik etmediler, ben de burada kalamam' diyerek partisinden istifa etti. Kendisini henüz, 'politikadan emekli etmek' düşüncesinde değildi. Şansını son defa kendi şahsında denemek, 'politikada baş olmak' için 22 Kasım 1992'de Yeniden Doğuş Partisi' ni kurdu. Amblemi uğur böceği idi.

Girdiği 1995 seçimlerinde maalesef üzerine uğur böceği konmadı. % 01 oy alarak 'büyük bir hayal kırıklığı' na uğradı.

Yeterli oyu alamamasını, 'politikada emekliliği' ne giden yol olarak gördü. Nitekim de öyle oldu. 'Madem ki bu millet beni onaylamadı, tercih etmedi ben niye onun arkasından veya önünden gideyim!' diye sitem ederek politikada kendisini pasife aldı. Bu demeci, televizyon kanallarından yayınlandı. 28 Şubat 1997 Post Modern Darbesi ortaya çıkınca, buna açıkça cephe aldığı için yargılandı. 6 ay hapis cezası aldı ve Ayaş hapishanesine konuldu. Hakkında 'siyasi yasak' da getirilince partisinin genel başkanlığı resmen düştü. Bu darbe döneminde adı 'TANK HASAN' a çıkmıştı. Bu şundan kaynaklanmıştı: Güzel İnsan' ın, 'Darbe için tanklar yürümeye, yürütülmeye başlanırsa, tankları durdurmak için üstlerine en önde çıkan ben olacağım' demesinden kaynaklanmıştı.

Bence, parti kurup kazanamayınca Güzel İnsan' ın politikaya devamda ısrar etmemesi iyi oldu. 'İnadına politika ' dese idi, 'tabela partisi' olarak kalmaya devam edecek, enerjisini bu uğurda boşu boşuna tüketecek, harcayacaktı. 'Memlekete hizmet, parti kurmak, politikaya atılmakla sınırlı değildir; bunların dışında da hizmet alanları vardır' dercesine kendisini, milletimize kültürel alanda hizmete vermeye adadı ve en kalıcı, 'tarihi not düşen' hizmeti bu oldu. Tarih, her zaman onu bu hizmetleriyle anacaktır.

Kurduğu partisi, kendi istemediği halde, para babası ve siyasi tecrübesi olmayan Cem Uzan'ın içten ve dıştan tezgahlanmış belli bir plan ve senaryoya müstenit 'algı operasyonu' ile kurulan Genç Parti'si ile birleşmesi sonu varlığını kaybetti.

Araştırma Merkezi Kuruşu ve Yeni Türkiye Dergisini Çıkarmaya Başlaması

Milletimize kültürel hizmet için 1994'de kendi başkanlığında bir kurucu heyet ile birlikte 'Yeni Türkiye Stratejik Araştırmalar Merkezi' ni, merkezi Ankara Gölbaşı'nda olmak üzere kurdu. Aynı yıl bu kuruluşun yayın organı olarak 'Yeni Türkiye Dergisi' ni çıkarmaya başladı.

Kurduğu Araştırma Merkezi ve çıkardığı Yeni Türkiye Dergisi, çok büyük kültürel hizmetleriyle, adete bir üniversite özelliği kazandı. Resmi olmayan, 'özel' yapılanma gösteren bir nevi 'Açık Üniversite' ye benzediği için buna ben, 'HASAN CELAL GÜZEL AÇIK ÖZEL ÜNİVERSİTESİ ' adını verdim . Öyle ki, Güzel İnsan, Türk Tarih Kurumu gibi resmi kuruluşlar yanında, resmi ve özel milyonlar-milyarlarca bütçesi bulunun bütün üniversitelerin yapamadığı, yapamayacağı veya 'yaptırılamayacağı' büyük hizmetleri yaptı. Bu sebepten Türk Tarih Kurumu, kendisine 'Kurum Yüksek Ödül' ünü verdi. Güzel İnsan, bir nevi 'Alaylı' olduğu için kendisini 'Mektepli' olarak gören üniversitelerden pek ilgi görmedi. Buralar tarafından hizmetleri kıskanıldı ve haset edildi. 'Bizim yapamadıklarımızı o yaptı' diyerek 'aşağılık ' duygusu içine düştüler ve bu sebepten onu çoğu kez dışladılar. Halbuki, gösterdiği 'sivil başarılar' sebebiyle onu kıskanmayıp içlerine alarak 'adapte ' veya 'dizayn' etselerdi daha iyi olurdu kanaatindeyim. Olmadı!...

'Hasan Celal Güzel Açık Özel Üniversitesi' veya 'Türkiye'nin Birikiminin Yeni Türkiye Dergisi' nde Toplanması

Güzel İnsan, kurduğu Araştırma Merkezi'nin yayın organı olarak 2 aylık dergiyi Yeni Türkiye Dergisini 1994 yılından itibariyle çıkarmaya başladı. Çıkışı ile birlikte Türkiye'nin 'en ciddi, ilmi ve kaliteli' dergilerinden birisi olduğunu gösterdi. Derginin ilk sayısından itibaren 'Türkiye'ni ciddi ve çözülmesi gereken sorunlarını dile getiren, yazılarının çoğu akademik uzmanlar yanında, olup bitenlere vakıf, kendi kendilerini yetiştirmiş sivil uzmanların da yazılarının yer aldığı, tam anlamıyla ayrımlar yapmadan 'Türkiye'nin birikimi' ni ihtiva eden bir dergi özelliği gösterdi. Konularında kamuoyunu aydınlatmak yanında, yönetimdeki Türkiye bürokrasisine de kendilerini yetiştirmek, bilgilerini takviye etmek için bir 'mektep' yapılanması sergiledi.

Güzel İnsan' nın Yeni Türkiye Dergileri, birçok şahsın ve kurumun yapamadığı görevleri ifa etti. Türkiye'nin iç, dış politika, ekonomi, siyaset, aile, maliye, sanat, edebiyat, dil, müzik, tarih aklınıza hangi konular geliyorsa, Türkiye'nin bütün birikimi, sorunları ve çözüm yolları bu dergilerde dile getirildi. Özellikle tarih ve dış politika konularına ağırlık verildi. Türkiye Dışişleri Bakanlığı görevlileri, elçileri bu dergileri okuyarak dış politika problemlerimiz ve çözüm yollarını öğrendiler. Üniversitelerden alamadıkları bilgi ve kültürü bu dergilerden aldılar. Türkiye'nin bütün birikimlerini yansıtan dergiler, duruma ve konu genişliğine göre, 1-2 ciltten başlayarak genelde ortalama 5-10 cilt arasında ve her biri ortalama 800'er sayfa yayınlandı.

Güzel İnsan, Türkiye'nin birikimini toplamaya yönelik olarak, yalnızca 'Mektep' li veya 'Üniversiteli' bilim adamlarının makale, araştırma ve incelemelerini yayınlamakla kalmadı, kendi kendini yetiştirmiş kültür adamlarının da birikimlerini dergilerine taşıdı. Bu cümleden olarak beni hep aradı: 'Hocam, dergimizin bu sayısının konusu, şu, şu konudur. Zaten siz bu konular üzerinde yıllardır çalışıyorsunuz. Sizden de bir yazı bekliyoruz' deyince hemen kaleme sarıldım ve kendi birikimlerimi de 'Türkiye'nin Birikimi' ne dahil etmek için dergiye gönderdim. Altı konuda ve 6 sayısında şu 'özel sayı' başlıkları ihtiva eden şu konularda yazılar azdım: Cumhuriyet, Ermeni Meselesi, Çanakkale Savaşları, Rumeli ve Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya, Misak –i Milli özel sayıları. Ayrıca, 'Kuruluşunun 700. Yıldönümünde Osmanlı Devleti Özel Sayısı' için de 'Osmanlı Devleti Bir Dünya Devleti midir?' başlıklı yazımızı da yazmış ve dergiye zamanında yetiştiremediğim için yayınlanamamıştı. Bunu, makalelerimden ibarete 'Sorularla Merak Edilen Tarihimiz' isimli kitabımda yayınladım.

Yeni Türkiye Dergisinin en hacimli, alanında her konuyu ihtiva eden bir bakıma 'Başlangıcından Günümüze Kadar Genel Türk Tarihi' diyebileceğimiz, her biri ortalama 600 sayfalık ve 20 ciltlik 'Türkler' sayısı oldu. Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli, bu sayı hakkında derginin sahibi Hasan Celal Güzel'i takdire yönelik olarak şunları söyledi: 'Sayın Hasan Celal Güzel, ömründe hiçbir şey yapmasa bile, tek başına yaptığı bu hizmet, en büyük hizmeti olarak anılacaktır.'

Hasan Celal Güzel dergi çıkarmakla kalmadı, yazarlık hayatı da vardı. Politikayı bıraktıktan sonra, gazetelerde güncel meselelerimizle ilgi köşe yazıları yazdı. Başta en uzun süre ile yazdığı Sabah gazetesi olmak üzere, Dünden Bugüne Tercüman, Radikal ve en son olarak kısa bir süre de Yeni Akit gazetesinde yazmıştı. Bu son gazetede yazması, altı gün sürmüş, hemen kesilmişti. Bu yazılarını dikkatle okuyordum. Pat diye kesilmesini merak ettim. Telefonla aradım, bazı yazılarının sansürlenerek yayınladığını, bazılarının ise hiç yayınlanmadığını ve bu sebepten gazete ile görüş ayrılığına düşmeleri sebebiyle yazmayı bıraktığını söylemişti.

Cumhurbaşkanı Özal'ın 'Siyasi Hayatımda Başlıca Üç Hata Yaptım' İtirafı ve H. C. Güzel'le İlişkisi

Dünyada ve bizde adettendir. Ünlülere ve özellikle de milletlerin kaderlerinde büyük roller oynamış siyasiler ve devlet adamlarına hep sorarlar: 'Siyasi ve devlet hayatınızda keşke şunu, bunu yapmasıydım, şu hataları yaptım derseniz neler söylersiniz?' soruları sorulur. Cumhurbaşkanı Özal'a da ölümüne yakın günlerde böyle bir soru sorulmuş, birçok hatıra kitabında yazıldığı ve tanıdığım bir kısım Anavatan Partili idareciler ve dostlarımdan öğrendiğime göre, Özal bu soruya şöyle cevap vermişti:

'Olmaz olur mu? Her siyasinin hayatında hatalar olduğu gibi benim de hatalarım olmuştur. Bunlar şunlardır:

1-Cumhurbaşkanı olmamalı, partimin başında kalmalıydım.

2-Karımı ve çocuklarımı politikaya karıştırmamalı, bunun dışında tutmamalıydım.

3-Mesut Yılmaz'ı tercih etmemeliydim.'

Bu maddeler tahlil edilecek olunursa, 1. madde olarak, işin esasına bakılırsa, partisinde Özal hariç hiç kimse onun partisinden ayırılarak Cumhurbaşkanı olmasını istemiyordu. Eşi Semra hanım bile buna karşı idi. İşin daha da aslına bakılırsa, Özal'ın kendisi bile karşı idi ama, 'Daha büyük ünlü devlet adamı olmak' için dağdaki çobana varıncaya kadar Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşı herkeste bir 'Cumhurbaşkanı olmak özlemi ve sevdası vardır' geleneği mevcuttur. İşte Özal bu özlemini ve sevdasını gidermek ve tarihe adını 'Cumhurbaşkanı' olarak yazdırmak istiyordu ve yazdırdı.

Yazdırdı ama, işin bir de ama, lakin ve fakatları vardı. Bir kere Özal, partisi ANAP'ı kendi liderliğinde kurmuş, onunla iyice bütünleşmiş ve kendisi dışında 'partisini sürükleyecek' bir lider veya veliaht yetiştiremediği için Özal'sız partisi yürümez, kısa zamanda batardı. Nitekim de battı ve batıran da 'Tercih etmemeliydim' dediği Genel Başkan ve Başbakan Mesut Yılmaz'ın ehliyetsiz, liyakatsiz, milleti ile bütünlememiş, dini ve muhafazakarlık duyguları da zayıf bir lider olmasından kaynaklanmıştı.

İşin esasına bakılırsa, 'iç ve dış etkili ve yetkili derin güçler' tarafından, sanki bunların emellerini gözetmek üzere 'algı operasyonları' yapılarak ANAP'ın başına getirilmişti.

Bir Dışişleri Bakanı (o zaman başbakana değildi) düşününüz; Suudi Arabistan'ı resmi ziyarete gidiyor. Bizde her giden devlet adamı en küçüğünden en büyüğüne Mekke'ye de uğramışsa, burada mutlaka 'ihram' a girerek neredeyse 1-2 saat içinde yalnızca Kabe'nin etrafını 7 defa tavafla, en azından, hacı olmasa bile hac yapmak kadar sevap sayılabilecek 'umre' yapar. Kendi yanındakiler bunu yaptıkları ve Yılmaz'dan da ısrarla yapmasını istedikleri halde 'inat' edip yapmadan Türkiye'ye dönmesi sürekli tenkit konusu oldu. Gerçi 'basit' sayılabilecek bu şeyi yazmamak lazımdır ama, Yılmaz'ın 'İslami şuur' derecesini ölçmek ve bir de bu tavrı mazimizde yaşanan 'kötü laiklik uygulamaları' na benzemekten olarak dile getirmek, eleştirmek için yazmak gerekir dedim ve yazdım.

Konu hac ve umreden başlamışken, bu konuda bir girişimizi de Sayın Özal'ın şahsında yapacağız. Rahmetli Özal, bir arkadaşlar grubumuza şunları anlatmış: 'Başbakan olarak umreye gitmeye niyetlendiğim günlerde İsrail'den arandım. Aranmam gerekçesi çok ilginçti: 'Gitme!.. Bir üst düzey Türk devlet adamı asla oraya giderek bunu yapmaz. Dinlemedim gittim.' Acaba, İsrail'in bu isteğinde 'Türkiye laik bir devlettir, din ve devlet işleri birbirinden ayrılmıştır, bir Türk devlet adamı ve hem de üst düzeyde birisinin bunu yapması laikliğe aykırıdır' mantığı mı vardı? Hem de bir ibadet şekli olan umre yapmanın neresi 'hakiki laiklik uygulamasına aykırı' dır? Sonra, kendisi zaten 'Musevilik Şeriatı' emelleri ve temelleri üzerine kurulmuş bir Yahudi Devletinin bizim iç işlerimize karışma yetkisi var mıdır?

Tarihimizde, 'kötü laiklik uygulamalarından' olarak daha başka uygulamalar da kendisini fiilen göstermiştir. 1940'lı yıllarda Arap ülkelerinden bir kral ülkemizi ziyarete gelir. Kendisine bir şehir gezisi sırasında devrin Cumhurbaşkanı refakat etmektedir. Günlerden de Cuma günüdür. Cuma namazı saati yaklaşmıştır ve bir caminin önünden geçilmektedir. Kral, bizimkine 'Bu gün Cuma günüdür, namazımızı şu camide eda edelim' der. Bizimkinin verdiği cevap ilginçtir: 'Biz laik bir devletiz' der ve kendisi gitmez. Kral gidip camide namazını kılar. Kendisini gezdiren heyet dışarıda bekler ve namaz bittikten sonra gezilerine devam ederler.

Cumhurbaşkanı Atatürk, 10 Kasım 1938'de hayata gözlerini yumduğunda bile 'Biz laik devletiz' denilerek, bu sebepten 'cenaze namazı kılınamaz' denildiği de sık sık konuşulur ve yazılır. Bu, abisi Atatürk'ün tabutu yakınında bulunan kız kardeşi Makbule hanımın kulağına kadar gelince, kendisini üzüntüsünden yerlere atarak, ağlayarak ve saçını başını yolarak 'Abim kafir midir ki cenaze namazı kılınmayacak?' çığlıklarını atlaya başlayınca, Başbakan Celal Bayar hemen yanına gelerek teskin etmeye çalışır. 'Kılınacak' deyince hanımefendi sakinleşir. (Dücane Cündioğlu, Arka Sokakların Tarihi, Gelecek Yayınları, İstanbul, 2004, s.146). Tarihçi yazar Enver Behnan Şapolyo da kitabında, 'Kardeşinin arzusu üzerini cenaze namazı kılındı' şeklinde yazar. (Enver Behnan Şapolyo, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele, İstanbul, 1958, s. 146) Bu sırada Atatürk'ün tabutu etrafında 17 kişi vardır. Tabutun alınıp, Ankara'ya götürülmek için Sirkeci Garı'na nakledileceği sırada, Celal Bayar, yüksek sesle 'Arkadaşlar apteslerinizi alınız, cenaze namazını kılacağız' der. Namazı, orada bununu İslam alimi Şerafettin Yaltkaya, Atatürk'ün tabutunun bulunduğu salonda 17 kişi ile kıldırdıktan sonra tabut götürülür. Halbuki geleneğimizde, ölen şahsın cenaze namazının öldüğü odanın içi veya yakınındaki bir salonda kılınması yoktur. Cenaze namazları, hep camilerde, 'merhum hakkında son görevi yapmak' kabilinden büyük bir cemaatin katılımıyla kılınır ve hatta cemaat ne kadar çok kalabalık olursa, cenazesi kılınana o derece büyük 'sevap' yazılacağı üzerinde durulur.

Olup biten bu 'eksantrik' ve 'absürt' haller, laikliğin kendisi açısından tahlil edilecek olunursa, biri kere yapılanların hepsi de laikliğe külliyen aykırıdır. Bizlere daha ilkokuldan başlayarak laiklik hep, 'Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, herkesin din ve inanç hürriyetine sahip olması, ibadetlerini baskı ve yasaklamaya maruz kalmadan serbestçe yapması' olarak tarif edilmiştir. Edilmiştir ama, bizde zaten bizim toprakların tohumu ve mahsulü olmayan laiklik, 'Batı'dan ithal' bir nesne olup, hiç bir zaman buradaki anlamı ve tarifiyle uygulanmamıştır. En 'masum' dini hal ve hareketler bile 'dini devlet işine karıştırmak' yanlış şıkkına sokularak ve üstelik de 'dinin değil, devletin din işlerini karıştığı' bir ortamda nasıl bir laiklik olabilir? Biz buna 'absürt' veya 'dinsizlik laikliği' diyoruz. Milletimizin vazgeçilmez ve ertelenemez adetleri haline gelmiş bir cuma ve cenaze namazlarını kılmak laikliğin hangi yönüne aykırıdır?

Özelikle 1923 – 1950 zaman dilimini kapsayan 27 yıllık bir zamanda yaşanan 'Tek Partili Yönetim Dönemi' ni laiklik açısından tahlil eden, iki büyük bilim adamımız, Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil ve Prof. Dr. Osman Turan, yazdıkları kitaplarında, dünyada laikliğin 'dinsizlik' şeklinde uygulandığına yönelik iki ülke ve devletin bulunduğunu, bunlardan birisinin ve en başta geleninin 'KOMÜNİST RUSYA' ve ikincisinin ise 'TEK PARTİLİ CUMHURİYET TÜRKİYESİ' olduklarını yazmışlardır. (Belgelere dayalı olarak geniş bilgi için bakınız: Ali Fuat Başgil, Din ve Laiklik, Yağmur Yayınları, İstanbul, 1962 ve Osman Turan, Türkiye'de Manevi Buhran Dil ve Laiklik, Şark Matbaası, Ankara,1964)

Başbakan H. C. Güzel Olsa İdi 28 Şubat 1997 Darbesinin Başbakanı Olmazdı

Benim açımdan, Başbakan Yılmaz'ı bana sorarsanız, tabiatım onunla hiç barışık olmadı. Bir kere fikri ve siyasi kimliklerimiz çok farklı idi. Yönetimlerini beğenmedim. Halk da zaten ondan pek hoşnut değildi ve birçok siyasiler de onu beğenmedi. Bunlardan, 'Yılmaz'ı mahalleme muhtar bile yapmam' diyenler oldu. İradi, milli ve yerli tavır almaktan uzak olup, bunun göstergesi olarak, Demirel ve Ecevit ile birlikte 'üçüncü şahıs' statüsünde milletimizin aleyhine olan kendisiyle bütünleştikleri 28 Şubat 1997 Darbesine aktif destek vermesi ve bu darbenin Ecevit'in kendi yanında 'Birinci başbakanı' (Ecevit de yardımcısı idi) olması, 'İkinci başbakanı' Başbakanı Ecevit'in de Başbakan yardımcı olması (Buna koalisyon hükümeti ANASOL –M'nin olarak üçüncü ortağı Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli'yi de dahil etmek lazımdır) ve darbecilerin milletimize sanki 'savaş ilan etmiş' özelliğindeki 'I8 Maddelik Muhtırası' nı harfi harfine uygulamaya başlaması, hem kendisini ve hem de partisini bitirdi. Daha da acısı, milletimizi büyük badireler içine sürükledi. Milli ve manevi değerlerimize savaş açıldı, ekonomimiz iç ve dış güçlere yağmalatıldı. Zaten adı geçen darbenin 'algı operasyonları' ndan olarak 'olmayan irtica öcüsü' nü ezmek maskesi altında ana sebebi, bu yağmalamanın gerçekleştirilmesi olmuştu. İşte Özal, 'Yılmaz'ı tercih etmemeliydim' i daha ölmeden önce görmüş olabileceği için bu hata veya yanılgı itiraflarını yapmış olabilir. Eğer Yılmaz'ı tercih etmeyip de, Güzel'i tercih ile o Başbakan olsa idi, adı geçen darbenin başbakanı olmak şöyle dursun, bu darbe belki de hiç olmazdı.

Semra Özal'ın Şahsında ANAP'da Yaşanan Buhran

Özal'ın aile fertlerinin balıklama politikaya atılması da hem Özal'ı hem de partisini bitiren ikinci bir sebep oldu. İşin ve olup bitenlerin esasına bakılırsa, eşi Semra hanım, 'Türkiye'nin ikinci bir Rahşan Ecevit'i olmak istiyordu' izlenimi ve kanaati uyanmıştı. Bunu açıklamama lüzum yok; herkes zaten 'Rahşan Ecevit Sendromları' nı bilir. İşin gerçeğine bakılırsa, Semra= Rahşan tam anlamıyla olunamazdı. Çünkü, Rahşan'ın Ecevit'in partilerinde yükselişi ve inişi önceden algılanmış ve planlanmış 'algı operasyonları' nın neticesiydi. Kendisi zaten 'dönme' kişiliğiyle de herkes tarafından biliniyordu.

Sonuçta, Rahşan Ecevit, kocası Bülent Ecevit'i ve partisi Demokratik Sol Partiyi bitirmede roller oyladığı gibi (Parti neredeyse bu ikilinin elinde bir 'aile partisi' haline dönüşmüştü) Semra hanım da Özal'ın ANAP'ının bitirilmesinin sebeplerinden birisi olmuştur kanaatindeyiz. Tarihimizde birçok liderin hanımefendi eşleri olmuştur. Bunlardan, İsmet İnönü'nün eşi Mevhibe hanım, Menderes'in eşi Berrin hanım, Süleyman Demirel'in eşi Nazmiye hanım, Necmettin Erbakan'ın eşi Nermin hanım ve hatta Yılmaz'ın eşi Berna hanımefendi bile vb. politikaya girmeleri halinde hem eşlerine ve hem de partilerine 'zarar verebilecekleri' düşüncesiyle hep evlerinde kalmışlardır.

Semra'nın partideki konumu ve davranışlarından neredeyse bütün bir seçmen kitlesi yanında, partili bürokratlar ve bakanlar da 'çok rahatsız' dılar. Onun hakkında sürekli şikayetlerden iyice bunalan Özal, bir ara patlamış, Anavatan partili Kayseri Belediye başkanlarının bana, görgü tanığı olarak anlattıklarına göre, Özal'ın kendisinin de ondan 'aile düzenini bozacak' şekilde aşırı derecede şikayetçi olduğunu dile getirmişlerdir.

Babasının partisinde politikaya 'ilk adımı' nı atan oğlu Ahmet Özal, bunu, 3 Kasım 2002'de yapılan seçimde babasının memleketi Malatya'dan bağımsız milletvekili olarak seçilmek suretiyle devam ettirdi.

Sayın Özal'ın kızı Zeynep Özal da, babası ve partisi aleyhine olabilecek roller oynadı. Kedisinin bir 'davulcu' ile evlenmesi (Halk arasında genelde tepkilere sebep oldu. 'Bir başbakanın kızı bu hallere düşmemeliydi' denildi. Hani bizde derler ya! 'Kızı kendi haline bırakırsan ya davulcuya gider ya da zurnacıya' gibi bir şeydi) sonucu 'magazin konusu' oldu. Gerçi bizim için her insanımız ve meslek sahibimiz değerlidir ama, kızın bu hallere düşmesi, 'teamüller' den olarak halk ve seçmen kitlesi nezdinde iyi bir puan toplayamadı.

Diğer Bir Kısı