DUA etmeyi severim.
Bilenler bilir, yıllardır her gün “Sabah Niyazı” başlığı ile gönül yakarışlarımı sosyal mecrada mırıldanırım. Pek çok dost bu niyazları kopyalayarak gruplarında paylaştıklarını ifade ettiler.
Bir kısmı bunu memnuniyetini izhar etme babında dile getirirken bir diğer kısmı ise helallik alma düşüncesiyle söylemişlerdi.
Duaya ambargo olur mu hiç?
ANLATMAK istediğim esas bu değil.
Benim de niyazlarından gönül demlediğim, istifade ettiğim, yüreğimin kapağını hesapsızca açmama vesile olan dualar var.
Dostlar var…
Ve iyi ki de varlar.
YILLAR evveldi.
Yakın bir vilayete ziyaret maksadıyla gitmiştim. Kendi yalnızlığımla sere serpe yine kendimce köhne demesek bile tenha duraklarda avare hallerdeydim.
Bazan kedilerin sırnaşıp ilgi isteyen hallerine dalıp gidiyor bazen de kumruların seyre doyulmayan kalkıp inişlerine bakarak onların kanatlarında havalanıyordum.
Bunun yanı sıra bir laboratuvar olarak gördüğüm insanların telaşlı telaşsız, umarız, kederli ve coşkulu hallerine, beden dillerine dikkat kesiliyordum.
Ki, bu cemiyet arenasından kendime ayna tutmayı pek severim.
Düşünmeye ve yazmaya bolca malzeme çıkar.
Bir roman için malzeme toplamaya niyetim olmasa da her daim işime yarar.
Kendimi böyle bir gözleme rahatlıkla ikna ederim kısacası…
YÜRÜMEKTE zorlanan ama buna kararlı bir âdemoğlu dış kapanın gölgeliğinden geçip istikrarlı adımlarla yürüyordu.
Yalnız değildi.
Arkasında gölgesine bile basmaktan imtina eden üç yâreni vardı.
Müeddep idiler.
Hemen yan tarafımda duran boş hasıra ilişip oturdular.
Muhteşem sorulara harika cevaplar alıyorlardı.
İçim gitti.
Yeni sorulara verilen eski cevaplara aşina olup bundan bir hayli yıldığımdan bu muhabbet faslı yağmur sonrası çıkan bir gökkuşağı gibi gönlüme gelip oturdu.
Onları rahatsız etmemek için bir tecessüs hissi uyandırmadım kendimde. Gözlerimi hafifçe yumarak başımı kalbimin üstüne salıverdim.
Ne kadar sürdüğünü hatırlamıyorum.
Belki de zaman içinde bir farklı zaman oluştu, genişledi, bilmiyorum.
Hiç bitsin istemiyordum ama nihayetleniyordu işte.
Kıvırcık ve akların hücumuna uğramış saçları başına yanlamasına oturttuğu kasketinden özgür bir gürlükle taşan bu adam sonunda niyaza başladı. Yanındakiler bizim bildiğimiz klasik “Âmin” demek yerine sessizce ama uyumlu bir ahenkle “Allah Allah” diyorlardı.
NİYAZDAN hafızama kaydedebildiklerim şunlar oldu:
“Sermayemiz sevda ola. Muhabbetimiz daim ola. Dirayetimiz kaim ola. Merhametimiz şahin gibi kişiden kişiye, belden beldeye uçar ola. Şefkatimiz evvela kendi imanımıza ola. İkrarımız daim ola. Kur’an-ı Kerim’e talebe olmaklığımız sahih ola. Fahr-i Kâinat Efendimize olan bağlılığımız her an, her dem artarak devam ede. Doğrularımız her vakit doğru kala. Yanlışlarımız izale ola. Hırslarımız son bula. Sabır ve sebatımız istikametli ola. Lokmalarımız helal ola. Bedenimiz sıhhat bula. İmanımız, ikrarımız selamet bula. Dostlarımız dost ola. Düşmanlıklarımız, hırslarımız, hasetlerimiz, kıskançlıklarımız, anlayışsızlıklarımız, hamlıklarımız, kabalıklarımız zeval bula. İlmimiz ziyade ola. İrfanımız kâmil ola. Yolumuz âsan ola. Salatımız kaim, tezkiyemiz daim, vakitlerimiz hayır ola. Vuslatımız hakikat ola. Neş’emiz marifet ola. Niyazımız kabul ola.”
EKSİĞİ vardır işittiklerimin ama fazlası yok.
Demek ki, buraya bu duaya âmin demek için gelmişim diye düşündüm.
Bir kuş gibi süzülüp nasıl geldilerse aynı zarafet içinde havalanıp gittiler.
Gözlerimi açmıştım. Kendisine yönelen bakışlarımı yakalayan niyazın sahibi merhamet damlaları barındıran naif bir göz kırpışın eşliğinde tebessüm ederek “Sermayemiz sevda ola” deyip elini kalbinin üstüne koyarak selamlayıp geldikleri kapıya yöneldiler.
Bakakaldım arkalarında.
Dilimde emanet bıraktıkları dua kaldı: Sermayemiz sevda ola.
Ya Selam.