Aziz milletimiz,

Kendilerini çağdaş, laik, demokrat ilahiyatçılar olarak tanıtan 14 şahıs, yayınladıkları “Şeriat, İslâm Demek Değildir” başlıklı bir bildiriyle; bizi millet yapan, onur ve şeref kaynağımız, iki cihan saadetimizin teminatı, Yüce Allah’ın ekmel binası dinimiz İslâm’ın diğer bir adı mesabesinde olan “şeriat”ı hedef almak suretiyle korkunç bir tahrifat ve ifsada imza atmışlardır.

İLİM - HİKMET PLATFORMU olarak, hezeyanlarla dolu bu bildiriye -itham, haksızlık ve karalama yoluna başvurmadan; gayriciddi hiçbir ifadeye tenezzül etmeden- İslâmî ve ilmî ölçüler içinde cevap vermeyi Rabbimize karşı kulluk vazifemiz; milletimize de vefa borcu biliyoruz.

İslâm ve şeriat konusunda ehliyetsiz ve liyakatsiz olup, bir ideoloji etrafında bir araya geldikleri her hallerinden belli olan bu “14 ilahiyatçı” kimdir?

İsimleri zaten çarşaf çarşaf her yerde paylaşılan bu mahut kişileri, gelin biraz da fikir ve söylemleri üzerinden tanıyalım:

I- BİLDİRİYİ İMZALAYANLARIN DÜNYA GÖRÜŞLERİNE VE İLMÎ EHLİYETLERİNE KISA BİR BAKIŞ

Bir kere listedeki isimler üzerine küçük bir araştırma yapıldığında, en az yarısının toplum tarafından ismi cismi bilinmeyen ve ilmî kariyeriyle tanınmayan kişiler olduğu görülecektir.

Diğer yarısına gelince:

Tahrifat namına on parmağında on marifet taşıyan bu tayfa içinde kimi isterseniz bulabilirsiniz.

Moon Tarikatinin davetiyle ABD’ye gideni mi ararsınız, çalışmalarının bir kısmını İsrail’de sürdüreni mi?

“İslâm’da başörtüsü yoktur”, “miraç yalandır”, “Hz. Âdem ilk insan değildir” diyeni mi; doktora tezi başta olmak üzere bütün çalışmalarını Yahudilik üzerine yapıp Yahudi filozoflarına olan hayranlığını anlata anlata bitiremeyenleri mi?

Kur’ân’da  (hâşâ)  “politik bir dil kullanıldığını, bu politik dil Allah tarafından kullanılmış olamayacağına göre, Kur’ân dilinin peygambere ait olduğunu (yani Kur’ân’ı -haşa- peygamberin uydurduğunu)” söyleyip, son kertede “dinin ahiret inancı konusunda verdiği bilgilerden mutmain olmadığını” açıklayacak kadar itikaden savrulanı mı; “namaz iki rekâttır, fazlası yoktur” diyeni mi?

İlahiyat fakültelerinde okutulan “hadis”, “tefsir”, “fıkıh”, “siyer” gibi ilimlere “1000 yıl öncesine ait köhnemiş, hurafelerle dolu ve Türk toplumunun milli dokusunu örseleyen çağdışı efsanelerle örülü dersler” diye hakaret edeni mi; Şiilerle paslaşıp Gadrihum Bayramı (!) kutlayanı mı?

Evet, şenaat namına ne ararsanız, hepsini bu 14 ilahiyatçının eylem ve söylemleri arasında bulabilirsiniz.

Yine bu bildiriyi hazırlayanlar;

- Yüce Dinimiz İslâm’ın / şeriatın iki ana kaynağı olan Kur’ân ve Sünnet’le de, bunlardan kaynaklanan İcmâ ve Kıyas’la da (yani edille-i şeriyye ile) alakası olmayıp, kendi ideolojilerini yansıtan birtakım kaide ve kurallar icat ederek,  kaba ve itham edici bir üslupla topluma bunları dayatmaktadırlar.

- “Allah’ın emir ve hükümleri”, “Allah’ın kanunu”, yani “İslâm’ın ta kendisi” demek olan şeriatın; “Emevi zalimlerinin, bedevi Arap geleneklerini İslâm maskesiyle yeniden pazarladıkları taşeron bir kavram” olduğunu iddia etmektedirler.

- Devletle ilgili bir ilke olan batı kaynaklı laikliğin; dindarlığın ve hatta bilimsel olarak gelişmenin ön koşulu olduğunu telkin etmekte; bunu kabul etmeyenleri de cahil ve hurafeci saymaktadırlar.

- Kur’ân-ı Kerim’deki ayetlerin mesajını saptırmakta; mesela “Kur’ân’a göre içki içmek değil, sarhoş olmak haramdır” diyebilecek kadar, zaruri mantığın kurallarından uzaklaşmakta, hilkat garibesi bir bakış açısı sergileyebilmektedirler.

Ki burada durup, olaylardaki sebep - sonuç ilişkisini bir düşünelim: İçki içmek sebep, sarhoş olmak sonuçtur. Bir şeyin sonucu haramsa, sebebi helal olabilir mi? İşte bu bildiriyi hazırlayanlar, bunu düşünemeyecek kadar şirazesinden çıkmış bir yaklaşım içindedirler.

Devam edelim:

- “Ateistlerin yaşamının Kur’ân’a daha uygun olduğunu” söylemekte bir beis görmezler.

Cenâb-ı Hakk’ı, Yüce Rabbimizi inkâr felsefesini kendine din edinmiş; Allah’ın arzında, onun nimetleriyle semirdiği halde, helal - haram, günah - sevap, doğru - yanlış hiçbir değer tanımadan Allah’a meydan okuyan kişilerin bu süflî hayatlarının, “Allah’ın Kitabı Kur’ân’la olan uyumlarından” dem vurmak; aklın, mantığın ve ilmin bütün kaide ve kurallarını yerle yeksan etmek demektir.

Böyle korkunç bir çelişkiyi, gayet tabii bir fikirmiş gibi seslendirebilenlerden, İslâm yahut şeriat adına müsbet bir şey duymak mümkün olabilir mi? Elbette ki olamaz.

- Bir yaratıcının varlığına inandığını söylediği halde, kulluk sorumluluğunu kabul etmeyen deistlerin propagandasını yapmak da bunların marifetleri arasındadır. Hatta “insanlık dinsizlere çok şey borçlu” diyebilecek kadar şaşkın ve sapkın bir telakkinin temsilcisi olmaktan da gocunmazlar.

- Allah’ın dini İslâm’a / şeriata, bazı kural ve kaideler ilave etmek yahut onun kimi kural ve kaidelerini çıkarmak suretiyle müdahalede bulunmaktan çekinmezler. Çok dikkat çeken bir husus olarak da, “şahıs eksenli” yeni bir din algısının mümessili olmaya teşnedirler.

Ellerinden gelse, ihdas ettikleri bu yeni din algısını topluma zorbalıkla kabul ettirmeye çalışacaklarında şüphe yoktur.

Kısacası bu şahıslar, Allah’ın dini İslâm’ı tahrif, tahrip ve tağyir etmeye azmetmiş, kastetmiş gibi bir imaj vermektedirler.

“14 ilahiyatçı” kimliğiyle bildiri boyunca İslâm’a / şeriata karşı sergilenen yaklaşım, hayatın olağan akışına aykırı, eşyanın tabiatına ters, akıl mantık kurallarıyla çelişkili bir manzara arz etmektedir.

Öyle ki Eski Yunan’daki sofistlerin mugalataları, bu şahısların bildiri içindeki ve haricindeki ölçüsüz, bâtıl yaklaşımları yanında çok daha tutarlı kalmaktadır.

Okuduğunuz bütün bu satırlar, bildiriye imza atan “14 ilahiyatçı”nın şenaatlerinden küçük birer numune olup, hepsi de ya akademik biyografilerine ya röportajlarına ya sosyal medya paylaşımlarına veya makale ya da kitaplarına istinat etmektedir.

Bu bildiriye “şenaat bildirisi” dememizin sebebi budur.

Aslında safsatalarla dolu bu bildirinin ciddiye alınacak bir tarafı yoktur. Ancak biz yine de kamuoyunu doğru bilgilendirme adına bu bildiriyi tahlil edip cevaplandıracağız.

II- ŞERİAT, İSLÂM’IN TA KENDİSİDİR

Geçmişlerinde de pek çok tahrifat ve tahribata imza atmış olan bu şahıslar, bu bildiriyle -bu defa bir kadro halinde- İslâm’ın ta kendisi demek olan şeriatı hedefe alıp, onu tezyif ve tahrife azmetmiş gözükmektedirler.

Bu şahısların zaman zaman “Kur’âncı” kesilerek Kur’ân’dan taviz vermeyeceklerini söylediklerini de biliyoruz. Kur’âncı kimliğiyle şeriat düşmanlığı yapmak, başlı başına bir çelişkidir. Zira Kur’ân bize İslâm’ın da, şeriatın da Allah’ın binası / nizamı olduğunu haber vermektedir.

1- Ayetlerde İslâm ve Şeriat Nasıl Anlatılıyor?

Mâide Suresinin 3. Ayetinde mealen şöyle buyrulur:

“…Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim…”

Bu ayete dair bir hususa, konumuz açısından son derece mühim olması açısından dikkat çekmek isteriz; o da şudur:

Yüce Rabbimiz, ayetin bundan önceki kısmında bize, etleri yenmesi haram olan hayvanları haber vermiş, hemen peşine falın da haram olduğunu bildirmiştir.

“…Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim…” cümlesinin, haramlardan bahsedilen bu ifadelerin ardından gelmesi, İslâm’la ahkâmın nasıl bir bütün olduğunu; birbirinden ayrılamayacağını; helal ve haramların, emir ve yasakların, yani şeriat kurallarının, İslâm’ı oluşturan asıllar olduğunu gösterir.

Ve bu keyfiyet aynı zamanda -tıpkı bu bildiriyi imzalayanlar gibi- İslâm- şeriat ayrımı yapıp, tarihselciliği savunanların yüzüne hakikati tokat gibi vuran bir Kur’ân mucizesidir.

İslâm’ın tek hak din olduğunu, ondan başka bir dinin kabul edilmeyeceğini haber veren şu ayetleri de mealen aktaralım:

“Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra, sırf aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah hesabı çok çabuk görendir.” (Âl-i İmran: 19)

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (Âl-i İmran: 85)

Bildiriyi imzalayanlar muhtemelen “Bu ayetlerde İslâm’dan bahsediliyor; şeriattan bahsedilmiyor” diyeceklerdir.

Hâlbuki şu ayet, şeriatın bir nevi İslâm’ın diğer adı olduğunu, din-i İslâm anlamına geldiğini göstermektedir:

“(Ey Muhammed!) Sana da o Kitab’ı (Kur’ân’ı) hak, önündeki kitapları doğrulayıcı, onları gözetici olarak indirdik. Artık, Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet ve sana gelen haktan ayrılıp da onların arzularına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol koyduk…” (Mâide: 48)

Şeriatın hususi olarak bizzat Allah tarafından tanzim edildiği bildiren bu ayeti, tefsirler ışığında tahlil edelim:

Bu ayet için İmam Nesefî Tefsirinde “Ayette geçen ‘şir’aten’ kelimesi, ‘şeriat’ yani ‘ilahi anayasa, kanun’ demektir” denmektedir. (c. 3, s. 355)

Böylece şeriat kavramının Allah’ın emir ve yasak ifade eden bütün hükümlerine şamil olduğu anlaşılmaktadır.

Ruhu’l Beyan Tefsirinde ise şöyle deniyor:

“Siz ey müminler! Sizin şeriatınız ise Kur’ân’dır. Ayette geçtiği şekliyle ‘şir’at’ veya ‘şeriat’ gidilen, izlenen yol demektir.” (c. 2, s. 434)

Burada da şeriattan maksadın, uyulması gereken Kur’ân olduğu ortaya çıkmaktadır. Yani “İslâm”, “Kur’ân” ve “şeriat” bir bütündür.

Bir alıntı da Kurtubî Tefsirinden yapalım:

“Şir’at veya şeriat, kendisi vasıtasıyla kurtuluşa erişilen apaçık yol demektir… Şeriat Allah’ın kulları için din diye indirdiği hükümlerdir.” (c. 6, s. 274)

Görüldüğü üzere şeriat dindir; Allah’ın indirdiği dinî hükümlerdir.

Tam da ara başlıkta söylediğimiz gibi “şeriat İslâm’ın ta kendisidir” ve şeriatı Kur’ân ve İslâm dışı göstermek, kişiyi İslâm’ı inkâra da sürükleyen apaçık sapkınlıktır.

2- Geniş ve Dar Manasıyla Şeriat Nedir?

Şimdi bir de şeriatın ne manaya geldiğini Diyanet’in İslâm Ansiklopedisinden aktaralım:

“Şeriat / şer’ kelimesi, klasik döneme ait literatürde kapsam bakımından biri geniş, diğeri dar olmak üzere iki anlamı belirtmek için kullanılmaktadır. Geniş anlamda şeriatla, ‘Allah tarafından insanlar için din olarak öngörülen hükümler bütünü’ kastedilmektedir (Kurtubî, XVI, 163). Öngörülen hükümlerin aslî / itikâdî ya da fer‘î / amelî nitelikte olması arasında, şeriatın kapsamına girme bakımından bir fark bulunmamaktadır. Belirtilen kavramsal içeriğiyle şeriat ‘din’ ve ‘millet’ karşılığıdır; ‘şeriat’, ‘din’ ve ‘millet’ kelimeleri aynı hükümler bütününü göstermektedir…

(…)Dar anlamıyla şeriat ‘amelî hükümler bütünü’ diye tanımlanabilir(…)

Şeriat teriminin dar anlamda kullanımı, geniş anlamı gibi erken döneme aittir.

(…) Şeriatın, klasik dönemde neredeyse tamamen ‘şer‘î hükümler bütünü’ manasına tahsis edildiği görülmektedir. Kelimenin çoğul şeklinin ‘ilmü’ş-şerâi’ tabirinde olduğu gibi (Pezdevî, I, 29-32) ‘ahkâm’ (meşrûât) anlamında kullanılması, sonraki dönemlerde de devam etmiştir (…)

İslâmî değerler bütününü ifade eden ve İslâm düşüncesinde merkezî bir konuma sahip olan şeriat ve şer‘ kavramları, klasik kaynaklarda tarih boyunca din kavramından daha çok vurgulanmıştır…”

(Bkz. https://islamansiklopedisi.org.tr/seriat)

Bu satırlardan da anlaşılacağı gibi, ister geniş ister dar anlamda olsun, şeriat İslâm’ın ta kendisidir.

Geniş anlamda zaten şeriat İslâm demek olduğundan, İslâm’ın ikinci adı gibidir; dolayısıyla şeriatın inkârı İslâm’ın inkârı anlamına gelir.

Dar anlamda, yani amelî hükümleri veya ahkâm ayetlerini kapsayacak şekilde düşündüğümüzde ise, bu da yüzlerce ayet demektir. Nitekim İmam Gazâlî ile Fahreddin er-Râzî ahkâm ayetlerinin sayısını 500 olarak tespit etmişlerdir. Bu sayıyı 800'ün üzerine çıkaranlar da vardır.

Bir ayeti inkâr hepsini inkâr gibi iken; bu kadar çok ayetin inkârının kişiyi İslâm dairesinin dışına çıkaracağı yeterince açık değil midir?

Bu delillerden çıkan netice şudur:

Şeriat, Allah’ın emir ve yasaklarının tümüdür. Namaz, oruç, hac, zekât gibi emredilen veya içki, kumar, zina, faiz, hırsızlık, gasb vs. gibi yasaklanan her ne varsa, topyekûn hepsini içine alan ilahi bir nizamdır.

İslâm’ın / şeriatın iki kaynağı vardır; bunlar da Kur’ân ve Sünnet / hadislerdir. Bu iki kaynağa genel bir ad olarak nass denir. İslâm’da / şeriatta, nass bağlayıcıdır. Bir şeyin dinden olup olmadığı, nassa müracaat edilerek anlaşılır.

Bildiride bir taraftan “şeriatın az bir kısmı Kur’ân kaynaklıdır” denmekte, öbür taraftan da bildiri boyunca şeriat toptan tenkit ve reddedilmektedir.

Buradaki çelişki açıktır.

Eğer bu şahıslar Kur’ân’da samimi iseler, neden o zaman farz-ı muhal Kur’ân kaynaklı şeriat hükümlerini ayırıp, bunları kabul ettiklerini söylemiyorlar da, hepsini birden reddediyorlar? Kaldı ki onların zan veya vehmettikleri gibi değildir; şeriatın bütün emirleri Kur’ân ve Sünnet kaynaklıdır.

Bu yaklaşımlarından, ilgili şahısların kendi hevâlarına göre konuştukları, Kur’ân’ı ciddiye almadıkları ve Kur’ân’a bağlılıkta samimi olmadıkları anlaşılmaktadır.

III- BİLDİRİNİN MAHİYETİ VE TAHLİLİ

Şimdi de bildirinin mahiyetine ve serdedilen görüşlerin tahliline geçelim:

1- Bildiride Başvurulan Temel Üç Hile

Bu bildiride temel üç hile kullanılmıştır:

- Yalan ve asılsız iddialar seslendirmek,

- Gerçekleri saptırmak,

- Demagojik metodlarla insanları kandırmak.

Yeri geldikçe bunları örneklendireceğiz.

2- Şeriatı İnkâr Etmek İçin Bahane Arayanlar

Bildiriye “toplumun kısır ve tehlikeli bir tartışmanın, yani şeriat tartışmalarının içine çekilmek istendiğinden” şikâyet edilerek başlanmaktadır. Hâlbuki şeriat tartışmasını başlatan kendileridir.

Diamond Tema denen şahsın İslâm aleyhine yaptığı konuşmalar, samimi Müslümanların şeriatı tartışmasını değil, şeriatın İslâm olduğunu anlatmasını gerektirirdi. Ama bu şahıslar bunun yerine, adeta “fırsat bu fırsat” diyerek “şeriat İslâm değildir” propagandasıyla, milleti “tehlikeli” bir tartışmanın içine bizzat kendileri çekmişlerdir. Ki böyle bir yaklaşım, milletin manevi ve milli değerlerini tahrif ve tahrip anlamına gelmesi münasebetiyle iç barışa da zarar vermektedir.

3- Şeriat “Dine Rağmen Din” Değil, Dinin Kendisidir

Bildiride şeriatin “dine rağmen din, İslâm’a rağmen İslâm” olarak algılanmasının bir “cahillik” olduğu ifade edilmektedir.

Hâlbuki asıl cahillik şeriatin din ve İslâm’ın ta kendisi olduğunu bilmemektir. Ama cahil, bunu gerçekten bilmeyenlere denir. Bu bildiriyi imzalayanların bunu bilmeyecek kadar cahil olduklarını düşünmek mümkün değildir. Onun için onlara dense dense demagog denir ve bu yaptıklarında kasıt aranır.

4- Istılâhî Manasını Görmezlikten Gelerek Şeriatı İslâm Dışı İlan Etmek

Bildiride şeriatın ister dine, ister laik ve seküler dünya görüşüne dayalı olsun, günümüzdeki manada “hukuk” demek olduğu; bu nedenle şeriatı din ve İslâm’la özdeş bir kavram olarak yansıtmanın gerçeğe aykırı olduğu; İslâm şeriatı denilen kavramın İslâm’ın kendisi demek olmadığı iddia edilmektedir.

Görüldüğü gibi burada şeriati beşerileştirme gayreti söz konusudur. Bu da kelimenin ıstılâhî anlamını, yani “şeriatın din demek olduğunu” bile bile göz ardı etmelerinden kaynaklanmaktadır. Kelimenin lügat manasının öne çıkarılarak, bunun ıstılâhî manayı inkâr için delil olarak kullanılması, gerçekleri nasıl saptırdıklarına bir başka örnektir.

Hâlbuki özellikle yukarıda Mâide Suresi 48. Ayet için tefsirlerden yaptığımız alıntılarda geçtiği gibi, şeriat Allah’ın kulları için din diye indirdiği hükümlerdir.

Şeriatın “din” ve “İslâm” anlamına geldiği, bütün İslâmî kaynakların ittifakla verdiği bilgi iken; bu bildiriye imza atanların, bu hükmü yok sayıp kendi kafalarına göre anlamlandırmalara gitmeleri; akıl mantık sahibi olup ilimden de biraz olsun anlayan herkesin çok rahat vâkıf olabileceği bir hile ve saptırmadır.

5- Esbâb-ı Nüzûl Bahanesiyle Kur’ân Ayetlerinin Tarihsel Olduğunu İddia Etmek

Bildiride esbâb-ı nüzûl bahane edilerek Kur’ân ve İslâm’ın tarihselliği mesajı da verilmektedir.

Bazı ayetlerin bir sebebe bağlı olarak indirildiği bir vakıadır. Ama bu, o ayetin sadece o özel sebebe cevap verdiği anlamına gelmez. Ayetlerin iniş sebebi özel olsa da, indikten sonraki hükmünün genel / bağlayıcı olması, tefsir ilminde ve İslâm hukukunda bir prensiptir. Bunun böyle olması, Kur’ân’ın hayatın gerçekleriyle bütünlüğünü göstermesi açısından ayrıca kıymetlidir.

Kur’ân ayetlerinin her zaman ve her mekânda geçerli olduğunu inkâr, başka bir söyleyişle Allah’ın emir ve yasaklarının belirli zaman ve mekânlarla kayıtlı olduğu iddiası açık küfürdür; kişiyi İslâm dairesinin dışına çıkarır. Çünkü Allah’ın her şeyi bildiği ve her şeyin en mükemmelini ortaya koyduğu prensibini inkâr anlamına gelir.

Bu şahıslar büyük bir pişkinlik ve fütursuzlukla bu tarihsellik iddiasını seslendirebilmişlerdir.

Burada işin vehametini daha iyi anlayabilmek için şu bilgiyi de not edelim:

Tarihselcilik küfrünü bir proje halinde ilk defa ortaya koyanlar, Yahudi kökenli oryantalistler Goldziher ve Schacht’tır. Güya Müslüman menşeyli Pakistanlı Fazlurrahman, bu projeyi onlardan devralarak İslâm dünyasına servis etmiştir.

Dolayısıyla bildiride tarihselcilik mesajı verilerek sergilenen şenaat, bu bildiriye imza atanların, oryantalist tarz ve metoda göre düşündüklerini gösterir. İslâm’ı tahrif ve imha gayesi taşıyan bu metodu benimseyen kişilerin, İslâm ve Müslümanlık iddiaları havada kalır; samimi bulunmaz.

Tarihselcilik, günümüzde İslâm’ı inkâr için kullanılan en bilindik metodlardan biridir. Bildiride bu küfür projesinin de savunulmuş olması; onu hazırlayanların “şeriat” kelimesini kullanarak İslâm’ı tahrife yöneldiklerinin bir başka ispatıdır.

6- Kendisinde Rahmet Olan İhtilafı Çelişki Gibi Göstererek Şeriatı İtibarsızlaştırmaya Çalışmak

İslâm’ın / şeriatın itikâdî ve fıkhî hükümleri Kur’ân ve Sünnet, yani nass kaynaklıdır. Nassa dayanmak kaydıyla İslâm’ın / şeriatın yorumlarının çokluğu, İslâm’ın / şeriatın zenginliğidir.

Bildiriden, bu gerçeği kavrayamayan veya kavramak istemeyenlerin, İslâm’ın / şeriatın geniş yorum ve izahlarından rahatsız oldukları anlaşılmaktadır.

Bu yorum zenginliği hadis-i şerifte “kendisinde rahmet olan ihtilaf” olarak haber verilmiştir. Bundan rahatsız olunmasını anlamak mümkün değildir.

Bu şahıslar, İslâm’daki bu zenginliği menfi bir yoruma tâbi tutmak suretiyle, bunu, saptırdıkları birtakım görüşlere de mesnet tutmaya çalışmışlardır.

Şeriatın içtihadî hükümlerden oluştuğunun, bunların da çelişkilerle dolu olduğunun iddia edildiği bildiride, bu çelişkilerin sebebi olarak şu üç unsur gösterilmektedir:

Sahabilerin farklı görüşleri, sıhhati tartışmalı kimi hadisler, İslâm bilginlerinin aklî çıkarımları…

Bunları izaha geçmeden önce şuna dikkat çekmek isteriz:

Şeriatın içtihadî hükümlerden oluştuğu iddiasında bir hile ve saptırma vardır. Çünkü şeriatı oluşturan, evveliyetle ve aslî olarak Kur’ân ve Sünnet’teki açık hükümlerdir. Namazın, orucun, zekâtın, başörtüsünün farz; içkinin, kumarın, faizin, hırsızlığın haram olması gibi…

Bunlarda, yani hükmü açık olan emir ve yasaklarda içtihat olmaz. İçtihat fer’î meselelerde olup, Kur’ân ve Sünnet’e istinat ettiği ve bu ikisinin çizdiği çerçevede kaldığı için, içtihatla ortaya konan hükümler de şeriata dâhildir.

Ama açık olan Kur’ân ve Sünnet hükümlerini yok sayıp, şeriatı içtihatlara indirgemek; bunu yaparken de içtihadın Kur’ân ve Sünnet’e istinat ettiği gerçeğini örtbas ederek, rahmet olan fikrî çeşitliliği çelişkiler yumağı gibi lanse etmek, asla iyi niyetle açıklanamaz. Buradaki hile ve saptırma mutlaka görülmelidir.

Şimdi bildiride çelişki sebebi olarak gösterilen meseleleri sırasıyla değerlendirelim:

- Sahabenin Farklı Görüşleri, Ümmet İçin Rahmettir

Şunda şüphe yok ki, sahabe sözlerini dinde ihtilaf sayan veya din dışı gibi gösteren bu şahıslar, sahabenin kim olduğunu, Kur’ân’da nasıl anlatıldığını, Hz. Peygamber (s.a.v.) nezdinde nasıl bir konuma sahip olduğunu bilmiyor veya bildiği halde maksatlı olarak göz ardı ediyorlar.

İnen ayetlerle peyderpey Allah tarafından terbiye edilen, Rasûl-i Ekrem Efendimizin (s.a.v.) muallimliğinde yetişen sahabe toplumunun, dini kavrama ve yaşamada ne büyük bir hidayet atmosferi içinde olduğunu anlayamayanların; onların kadr ü kıymetini gereği gibi takdir etmeleri de beklenemez. Dahası dindeki kilit konumlarını idrak ederek onları sevmek de, başlı başına bir nasip işidir. 

İman, sıdk u sadakat, sabır ve fedakârlık konusunda tarih bu güzide neslin bir benzerini kaydetmiş değildir. Öyle ki Fetih Suresinin 29. Ayetinden öğrendiğimize göre, tahrif edilmemiş İncil ve Tevrat bile bu neslin şan ve şerefini haber vermektedir. Keza Cenâb-ı Hakk’ın onlardan razı olduğunu ve kendileri için ebedî saadet hazırladığını haber veren ayetler de vardır. (Bak: Tevbe 100, 40; Haşr: 8, 9)

Bu ayetlere dayalı olarak sahabe görüşlerinin dinde örnek, delil ve mesnet olduğuna dair ümmet arasında hâkim görüş vardır. Bu manada “sahabe kavli” fıkıhta fer’i deliller arasındadır. Sahabe görüşlerinin icmâ ile bir bütünlük arz ettiği de, Nisâ Suresinin 115. Ayetindeki “müminlerin yolu” ifadesinin tefsirlerinden anlaşılmaktadır.

Bütün bu deliller doğrultusunda çok rahat söyleyebiliriz ki, sahabe sözlerini dinde ihtilaf ve tefrika sebebi saymak -eğer ard niyetten değilse- kopkoyu bir cehaletten kaynaklanır.

Onların içinde, karşılaşılan hadiselerle alakalı olarak Peygamberimiz (s.a.v.) zamanında da, Peygamberimizden sonra da, Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde olmak kaydıyla, farklı fikir serdedenler gayet tabii ki olmuştur. Bunun, onların müçtehit kimliği taşımalarından kaynaklı bir durum olduğunu, Asr-ı Saadet’te yaşanan ihtilaflarda Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) her iki tarafı da onayladığı örneklerden anlamak mümkündür.

Mesela Ben-i Kurayza’ya gönderilen bir grup sahabenin, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “ikindi namazının Ben-i Kureyza topraklarında kılınması” emrini yorumlamalarındaki fark sebebiyle; namaz vakti içinde oraya varamadıkları için, namazı kılıp kılmama hususunda yaşadıkları ihtilaf buna bir örnektir. Dönüşte hadiseyi kendisine anlattıklarında, Peygamberimiz (s.a.v.) ne kılanlara ne de kılmayanlara “yanlış yaptınız” dememiştir.

Keza bir grup sahabe de, teyemmümle namaz kıldıktan sonra su bulunca namazı iade edip etmeme konusunda ihtilaf yaşamış, bir kısmı iade etmiş, bir kısmı etmemiş ve Peygamberimiz (s.a.v.) her iki tercihi de güzel bulup onaylamıştır.

Demek ki içtihat söz konusu olduğunda, birbirine zıt iki tercihten birinin doğru, öbürünün de yanlış olma mecburiyeti yoktur. Ama elbette ki buradaki nükte, ihtilafın aslî değil, fer’î meselelerde olmasıdır. İçtihad da zaten fer’î meselelerdeki bu ihtilafın adıdır. Ve bu ihtilaf Müslümanlar için rahmettir.

Şimdi soralım:

Böyle bir ihtilaf Müslümanlar için rahmet ve manevi bir zenginlik iken, nasıl olur da sahabe bu ihtilafları sebebiyle kınanır? Bu, sonradan gelen Müslümanlar için onları (hâşâ) tenkit etmeyi değil, tam tersi onlara minnettar olmayı gerektiren bir durumdur. Nitekim bu sebeple Ömer b. Abdülaziz’in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

“Hz. Peygamber’in ashabı ihtilaf etmeseydi sevinmezdim. Çünkü onlar ihtilaf etmeseydi, İslâm ümmeti için hiçbir meselede ihtilaf ruhsatı olmazdı.”

Akademik düşünce, hür ve bağımsız düşünce, kayıtlardan kurtulmuş düşünce, çağdaş ve modern düşünce, aklını kiraya vermeyenlerin düşüncesi gibi kof ve klişe laflarla; alacakları tepkilere karşı “bilimsel bakış açısını” da kalkan edinerek, din / İslâm / şeriat hakkında akıllarına eseni söylemeyi kendilerine mubah görenlerin; vahyin murakabesi altında yetişmiş, güvenilirliklerine Allah ve Rasûlünün kefil olduğu sahabe neslinin “söz söyleme” hakkı karşısındaki hazımsızlıkları, doğrusu son derece manidardır.

Böyle bir yaklaşım ilim ifade etmez ve ciddiye de alınmaz.

- Hadis İnkârcılarının İkiyüzlülüğü

Bildiride “sıhhati tartışmalı kimi hadisler” denilerek hadislerin sıhhati meselesinin gündem edilmesi ise son derece tuhaftır.

Zira bildiriyi imzalayanlardan kamuoyunca tanınanların, hadisleri tümden reddettikleri, bizzat kendi beyanlarıyla bilinmektedir.

Hadisleri toptan inkâr eden kişilerin “sıhhati tartışmalı kimi hadisler” diyerek, sanki sadece zayıf olan bazı hadislere itiraz ediyorlarmış gibi bir imaj vermeleri, kamuoyunu kandırmaya yönelik çirkin bir hiledir ve bu şahısların samimi olmadıkları buradan da anlaşılmaktadır.

Hâlbuki hadisler Yüce Dinimizin iki temel kaynağından biridir. Dahası ilk kaynak olan Kur’ân-ı Kerim, ancak hadislere müracaat edilerek tefsir edilebilir.

Hadisleri dışlayanlar, Kur’ân’ı mücerret akıl ve felsefî yorumlarla saptırırlar. Zaten hadisleri dışlamalarının sebebi de bu yolu açmaktır. Dinin altını oymak, içini boşaltmak manasına gelen bu tarz teşebbüsleriyle maruf söz konusu şahısların bu bildirilerinin İslâmî ve ilmî açıdan ciddiye alınacak bir tarafı yoktur.  

- Müçtehitler Felsefî Manada “Aklî Çıkarım” Yapmazlar; Kur’ân ve Sünnetten Hüküm Çıkarırlar

Bildiriyi hazırlayanların, İslâm’da / şeriatta çelişki sebebi olarak gösterdikleri üçüncü meseleye gelince:

Müçtehitler için kullandıkları “aklî çıkarım” tabiri tam bir saptırmadır.

Zira İslâm müçtehitleri içtihat yaparlarken, hiçbir zaman bunların anladığı ve kastettiği manada bir aklî çıkarıma başvurmazlar. Onların anladığı, kastettiği ve dahası bizzat kendilerinin yaptığı “aklî çıkarım”, mücerret aklın keyfî olarak dinî meselelere tatbiki ya da ayet ve hadislerin felsefî yorumlarla saptırılması ameliyesidir.

Hâlbuki aklın vazifesi Kur’ân ve Sünnetteki ölçü ve hikmetleri kavramaktır ve müçtehitler de akıllarını bu yönde kullanırlar. Dolayısıyla nassa (Kur’ân ve Sünnete) ve de İcmâ’ya dayanarak içtihat ederler.  

Hiçbir İslâm âlimi Kur’ân ve Sünnet kaynaklı olmayan, ferdî, şahsî, indî hüküm vermez. Bunun tek bir örneği bile gösterilemez. Şayet bir örnek gösterilmeye kalkışılırsa biz de deriz ki, bunu yapan İslâm âlimi olamaz.  

Müçtehitlerin Kitap ve Sünnete istinat eden içtihatları, İslâm’ın 14 asırdan bu yana değişmeden, bozulmadan gelmesinin teminatı olmuştur. Bu sebeple Kur’ân, Sünnet, İcmâ ve Kıyasın dördü birden dinde delil kabul edilmiş ve bunlara edille-i şeriyye denmiştir.  

İslâm’da aklî ve felsefî yorum yoktur. Bildiriye imza atanların bu iddiası ya İslâm’ı hiç bilmediklerini ya da onu saptırmak istediklerini göstermektedir.

7- İslâm’ın / Şeriatın, Günümüz Toplumlarının İhtiyaçlarına, Temel Hak ve Özgürlüklere Cevap Veremeyeceği İddiası

Bildiride şeriatın, dolayısıyla da İslâm’ın “günümüz toplumsal yaşamına, insan gereksinimlerine, temel hak ve özgürlüklere, çağdaş hukuksal sorunlara cevap veremeyeceği” iddia edilmektedir. 

Bu iddialar tamamen keyfî olup hiçbir delile dayanmamakta; asla gerçeklik ifade etmemektedir. Hâlbuki ilim, müddeinin iddiasını delillerle ispatlamasını gerektirir.

Soruyoruz:

Bunlar acaba Makâsıdü’ş – Şerîa (İslâm’ın /şeriatın maksatları / hedefleri) içinde en üst düzeydeki yararları ifade eden “zarûriyyât” tabirini hiç duymamışlar mıdır?

Ki, toplumun dirlik ve düzeni için vazgeçilmez temel hak ve değerleri ifade eden bu tabir; hayat (can), nesil (nesep, ırz), akıl, mal ve dinin korunmasını teminat altına alır.

Bilindiği gibi bu kavramlar günümüz dünyasında “can emniyeti”, “namus, onur ve şerefin korunması”, “düşünce ve fikir hürriyeti”, “mal emniyeti”, “din ve vicdan hürriyeti” gibi söylemlerle gündemde olmasına rağmen, daimi olarak ihlal edilmektedir.

Bildiriye imza atanlar “Dünyanın içinde bulunduğu bu baskı ve zulüm ortamının sebebi nedir? Bundan nasıl çıkılabilir?” sorularına cevap aramaları ve bu meyanda bu keşmekeşlikten bunalan, yorulan, bıkıp usanan insanlığın önüne çare olarak âb-ı hayat gibi İslâm’ın hak ve adalet prensiplerini koymaları gerekirken; tam tersi bir tutum takınıyor; adeta güneşi balçıkla sıvamaya kalkışıyorlar.

Bu şahısların bu bildiri ile maksatlarının üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olduğu buradan da anlaşılmaktadır.

Hakikati biz ifade edelim:

Bugün “çağdaş hayat” dendiğinde bundan kast edilen ve anlaşılan, dünya kültürü haline ge(tiri)len “batı kültürü”dür.

Hâlbuki batının yozlaşmış, zıvanadan çıkmış hukuk ve ahlak anlayışı İslâm’daki ufka asla erişemez. Batıda insanlar engizisyon mahkemelerinde işkence görürken, İslâm’ın / şeriatın hüküm sürdüğü topraklarda “kul hakkı” kavramı vardı. Kul hakkı, hak sahipleri arasında helalleşme dışında affa konu olmayan bir haktır. Bu kavram İslâm âleminde şu prensibin hâkim olmasını temin etmiştir:

Güçlü olanın değil, haklı olanın hakkı vardır.

Keza batının insan hakları ihlalleri konusunda sicilinin ne kadar kabarık olduğunu ispatlamaya çalışmak bile abestir.

Her türlü ihlal bir yana, Aydınlanma Dönemi denen 18. yüzyıla, hatta 19. yüzyıl başlarına kadar -kenarda köşede değil, Berlin, Paris gibi şehirlerde de-  süren insan eti, kanı, yağı, kemiği tüketmek şeklindeki vahşi gelenek, yani kelimenin tam anlamıyla “yamyamlık” üzerindeki sis perdesi hala tam olarak kalkmış değildir.

Dahası, uluslararası boyutta günümüzün en büyük problemlerinden olan çocuk kaçakçılığının arkasında “adrenochrome (adrenokrom)” denen bir sapkınlık olduğu söylenmektedir. En genel şekilde, büluğ çağına gelmemiş çocukların korku ve dehşet anlarında salgıladıkları bir hormonun, kanlarından ayrıştırılmasıyla elde edilen “gençlik iksiri” diye tanımlanabilecek bu akıl almaz uygulama, yamyamlığın batıda hiç ara vermeden devam ettiğinin göstergesidir. Hem de etrafındaki devasa büyüklükte sermayelerle birlikte…

İşte batının en temel insan hakkı olan “can emniyeti” konusundaki sicilinden küçük bir kesit…

Eşya zıddıyla bilinir prensibi gereğince tam da burada yüzümüzü İslâm dünyasına dönerek durumun orada nasıl olduğuna bir bakalım:

Bundan 1400 yıl evvel, miladi 632 yılında Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.), Arafat’ta Veda Hutbesini okudu ve tarihin ilk, üstüne hala bir şey konamamış ve konması da mümkün olmayan “insan hakları beyannamesini” ilan etti.

Orada anlatılan hak ve hürriyetler, diğer ideolojilerde olduğu gibi teoride kalmadı, yüzyıllar boyunca doya doya yaşandı ve yaşatıldı. Müslüman milletimiz de bunun en önde gelen mümessili oldu.

Fatih İstanbul’u kuşattığı sırada, bazı Bizans ileri gelenlerinin şehri Müslümanlardan korumak adına Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleştirilmesini teklif etmeleri üzerine, Bizanslı Grandük Notoras’ın söylediği şu meşhur söz, bu hakikatin başka milletler ağzından ortaya konmuş en ibretli ispatıdır:

“Başımızda kardinal külahı görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi arzu ederiz.”

Şimdi sormak gerekmez mi?

Bu bildiriyi hazırlayanlarda şu sözün sahibi kadar da mı vicdan hassasiyeti ve muhakeme kabiliyeti yok ki, koca bir yalan olduğunu bile bile İslâm’ın / şeriatın insan ihtiyaçlarına, temel hak ve özgürlüklere cevap veremeyeceğini söyleyebiliyorlar?

Söz buraya gelmişken bir misal de, batı kültür ve medeniyetinin “insan ihtiyaçları”nı karşılamadaki yetkinliğine (!) verelim:

En mühim insan gereksinimlerinden / ihtiyaçlarından biri de temizliktir ve temizlik su ile yapılır. Batı insanı ise tarihte olduğu gibi bugün de, suyla gelen temizlikten, daha özel manada taharetten mahrumdur.

Yıllık banyo Mayısta yapıldığı için, millet fazla kokmadan yetişsin diye İngiliz düğünlerinin Haziranda yapıldığı; gelinlerin, ellerinde buket taşımalarının sebebinin, vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak olduğu; banyo vakti geldiğinde evin en imtiyazlı şahsından başlamak üzere herkesin aynı fıçı içinde yıkandığı ve en sonunda suyun, sona kalan bebeklerin dökülen suya karışıp kaybolacağı kadar kirlendiği; İngilizcedeki “Don't throw the baby out with the bath water / Banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın” deyiminin de buradan geldiği yönündeki ilginç bilgiler, batı medeniyet tarihi üzerine çalışan araştırmacıların paylaştığı anekdotlar arasındadır. 

Bu konuda söz uzundur, ama ibret almaya niyeti olanlar için bu kadarı kâfidir.

Sözün özü, bildiriye imza atanların da içinde olduğu bir güruhun, “çağdaş dünya” diyerek topluma hâkim kılmak istedikleri yaşam tarzı, bugün itibariyle de psikolojik buhranlarla, bunun sebep olduğu intiharlarla, can, mal, namus emniyetinin ihlalleriyle, içki, fuhuş, uyuşturucu organizasyonlarıyla, uluslararası mafya yapılanmalarıyla temayüz etmiş, karanlık bir dünyadır.

2021 yılında yapılan bir habere göre, İngiltere’de neredeyse her 10 anneden biri, çocuğunun babasının kim olduğunu bilmemektedir. Dahası, anket sonuçlarına bakılırsa, yine İngiltere’de gayrı meşru ilişkiden doğan çocukların sayısı, Avrupa’daki diğer birçok ülkenin nüfusundan fazladır. Bunun toplum vicdanında nasıl bir yara açtığını, “özgürlük” adı altında insanları manen nasıl bir boşluğa düşürdüğünü, “gazete ilanıyla babalarını arayan çocuklar”dan anlamak mümkündür.

Bu çağdaş dünyaya entegre oldukça (!) toplumumuzda alkol ya da uyuşturucu kullanımının veya bekâret yaşının kaça kadar düştüğüne dair yapılan anket ve araştırma sonuçları, istatiksel veriler, insanı dehşete düşürecek kadar vahimdir. Bu ürkütücü manzarayı görmeden veya gördüğü halde görmezlikten gelerek, İslâm / şeriat düşmanlığıyla dini aşağılamaya kalkışmak, asla vicdan ve ahlak ölçülerine sığmaz; iyi niyetle de bağdaşmaz. Bu, toplumu akamete sürükleyecek bir fütursuzluk; aynı zamanda psikolojik buhrana işaret eden bir hadsizliktir.

Kafasına estiği gibi, canının istediği gibi, şeytanın fısıldadığı, hevâ-yı hevesin üflediği gibi konuşmayı çağdaşlık ve ilim adamlığı zannetmek ne büyük aldanış ve aldatıştır.

8- İslâm / Şeriat, İnsan Onur ve Şerefini Korumanın Teminatıdır

Bildiride “şeriat kurallarının güncel yaşamda insan onuruna yakışır bir karşılığı yoktur” denmektedir.

İlgili şahıslar, İslâm’la şeriatı birbirinden ayırarak konuşmalarından aldıkları rahatlıkla(!) bu sözlerinin ne anlama geldiğinin anlaşılmayacağını düşünüyor olsalar gerektir. Hâlbuki kendileri de gayet iyi bilmektedirler ki, önceki satırlarda ortaya koyduğumuz delillerin ispatladığı gibi, İslâm’la şeriat bir bütündür. Dolayısıyla “şeriat kurallarının güncel yaşamda insan onuruna yakışır bir karşılığı yoktur” demek, açık ve net olarak “İslâm’ın kurallarının güncel yaşamda insan onuruna yakışır bir karşılığı yoktur” demektir. Yani bu aşağılama, İslâm’ı hedef alan bir aşağılamadır.

Hâlbuki İslâm’ın / şeriatın alâmet-i farikası, hak ve adalet kavramlarıdır. İslâm’ın hüküm sürdüğü; kan dökme, gasb, zulüm, haram yeme, zayıfı ezme gibi olayların neredeyse sıfırlandığı huzur ve sükûn dolu asırları yaşanmamış saymak, insaftan olduğu gibi, tarih şuurundan da yoksun olunduğunun göstergesidir.

Demek ki günümüzde yaşanan hak ihlalleri, cinayetler, milyonlarca insanın hunharca katledilmesi, bunların pörsümüş vicdanlarında hiçbir mana ifade etmemektedir.

İşte son dönemlerde yaşanan Cezayir, Bosna, Afganistan, Irak, Libya, Suriye olayları… On milyondan fazla insanın ölümüyle; çok daha fazlasının ise sakat, evsiz, barksız, kimsesiz, vatansız kalmasıyla sonuçlanan, namusuna kast edilen kadınların sayısının tahmin bile edilemeyeceği bu insanlığın yüz karası hadiseler, hafızalarımızda hala tazeliğini korumaktadır.

Bu bildiriye imza atanların, bu insafsız sözleri sarf edenlerin gönül dünyalarında, akan Müslümanın kanı olunca hiçbir kıymeti yok demek ki…

Hele son Gazze olayları bu kadar burnumuzun dibinde yaşanırken böyle bir bildirinin kaleme alınması ayrıca ibret vericidir.

Dünyanın, “…Kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” (Mâide: 32) ölçüsünü getiren İslâm’ın / şeriatın insana verdiği bu değere her zamankinden daha muhtaç olduğu şu günlerde, utanıp sıkılmadan şeriatın insan onuruyla bağdaşmadığını söyleyenlere sorarız:

Siz onur ve şeref deyince ne anlıyorsunuz?

“İlahiyatçılık” iddia ediyorsunuz da, Kur’ân’daki onur, şeref ve izzetin ancak Allah’ın, Rasûlünün ve gerçek mü’minlerin olduğunu haber veren ayetleri hiç mi okumadınız?

Öyle ise biz hatırlatalım:

"Kim izzet ve şeref istiyorsa, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allah'ındır. O'na ancak güzel sözler yükselir. Onları da Allah'a amel-i salih ulaştırır." (Fâtır: 10)

"Mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet, yalnızca Allah'a aittir." (Nisa, 139)

“İzzet ve şeref Allah’ın, Peygamberinin ve inananlarındır…” (Münafikûn: 8)

Bu son ayetin devamındaki şu ilahi haber, bütün düğümün çözüldüğü yer olsa gerektir:

“Fakat münafıklar (bunu) bilmezler!”

İslâm’ı / şeriatı vaz’eden Allah, mutlak âlim ve mutlak adalet sahibi iken, “şeriatın insan onuruna yakışmadığını” söyleyebilmek nasıl bir cürettir? Bir insan nasıl bir cinnet halinde olsun ki, bunu söyleyebilsin?

Böyle bir yaklaşımın İslâm’la, imanla asla bağdaşamayacağı bir hakikattir.

İslâm’ın / şeriatın, hak ve adalet kavramlarıyla âlemi tenvir ettiğini, bu aydınlanmanın asırlarca Atlas Okyanusundan Çin Denizine kadar arzın büyük bir bölümünü kapsadığını duymadılar mı bunlar?

İslâmî emir ve hükümlerin, fıkıh kaide ve kurallarının, “hakkın üstünlüğü” ve “adalet” ilkesi üzerine bina edildiğini de mi bilmiyorlar?

Adalet denince, şeriata baş koyan, Dicle kenarında kurdun kaptığı kuzunun hesabını ilahi adaletin kendisinden soracağını düşünerek uykuları kaçan Hz. Ömer’in (r.a.) hatırlanacağını bilmeyecek kadar mı cahiller?

Bütün bu deliller onlar için hiçbir mana ifade etmiyor ve günümüzün kokuşmuş, haksız ve adaletsiz uygulamaları kendilerine daha sevimli görünüyorsa; bu, onların şu ayetin hükmüne maruz ve layık oldukları anlamına gelmektedir:

“Onlar hâlâ cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kesin olarak inanacak bir toplum için, kimin hükmü Allah’ınkinden daha güzeldir?” (Mâide: 50)

Kısacası, selim akıldan, idrak ve iz’andan yoksun bir şekilde, baştan sona şenaat cümleleriyle dolu bu bildirinin, bu milletin kimlik ve inancından fersah fersah uzak olup, yabancı dünya görüşü ve ideolojilere hizmet ettiğinde hiç şüphe yoktur.

9- İslâm / Şeriat, Hak ve Adaleti Bayraklaştırır; Her Türlü Zulmü Reddeder

Bildirideki en insafsız, hakikatten en uzak, en ilim dışı cümlelerden biri de şudur:

“…Siyasal sistem açısından ise otoriter ve totaliter bir rejimi öngörmesi, şeriatı kabul edilebilir olmaktan uzaklaştırmakta ve olanaksız kılmaktadır.”

Totalitarizm, tüm yetkilerin merkezîleştirildiği, devlete ve hükümet yöneticilerine mutlak itaat beklendiği bir yönetim biçimidir. Hak ve özgürlüklerin tamamen askıya alındığı bu sistemde, gücü elinde bulunduran kişi her şeyin üstündedir, bir diktatördür ve halkın ona olan saygısı baskı sebebiyledir.

Soruyoruz:

İslâm’ın / şeriatın bununla ne alakası var?

Bunun nasıl bir yalan, nasıl bir iftira olduğunu anlamak için Hz. Ebubekir (r.a.) ve Hz. Ömer’in (r.a.) hilafete seçildiklerinde yaptıkları konuşmalarda geçen şu pasajları hatırlamak yeterlidir.

Hz Ebubekir (r.a.) şöyle demişti:

“Ey insanlar! En iyiniz olmadığım hâlde sizin idareciniz olarak seçilmiş bulunuyorum. Şayet görevimi layıkıyla yaparsam, bana yardım ediniz. Yanlış hareket ve davranışta bulunursam bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk, itimat ve emniyet; yalancılık ise hainlik ve itimada karşı suiistimaldir. Güçsüz olanınız şayet haklı is,e hakkını alıncaya kadar benim yanımda güçlüdür. Güçlü olanınız haksız ise kendisinden hak sahibinin hakkını alıncaya kadar benim yanımda güçsüzdür. Bir millet Allah yolunda cihadı terk ederse zillete dûçâr olur. Bir millet arasında kötülükler yaygın olursa Allah onlara umumî bir belâ verir. Allah’a ve Resûlü’ne itaat ettiğim sürece bana itaat ediniz. Şayet onlara isyan edersem bana itaatiniz gerekmez. Allah’ın rahmeti üzerinize olsun.” (Vâkıdî, Ridde, s. 48; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 311.)

Hz. Ömer (r.a.) ise hilâfete geçtiği zaman “Ey insanlar! Ben haktan, adâletten ayrılırsam ne yaparsınız?” diye sormuş; ahaliden biri “Ya Ömer! Sen eğrilirsen, seni kılıcımızla doğrulturuz!” cevabını verince “Elhamdülillâh! Eğrilirsem beni kılıçları ile doğrultacak arkadaşlarım varmış!” diyerek sevinmişti.

Vicdanları şaha kaldıran, gözleri yaşartıp kalpleri rikkate getiren, şu hak ve adalet arayışının en güzel tabloları karşısında, bu bildiri sahipleri acaba biraz olsun utanırlar mı?

10- İkiyüzlülük, İstismar ve Saptırmanın Dik Âlâsı

Bildiriyi hazırlayanlar, İslâm’la şeriat arasında kesin bir ayrım yapmakta, şeriatı reddetmekte; kendi kafalarına göre bir İslâm algısı ileri sürmekte ve buna bağlı olarak da “İslâm son ilahi dindir”, “İslâm azizdir”, “İslâm (…) değerlidir” gibi cilalı laflarla, imza attıkları şenaati kamufle etmeye çalışmaktadırlar.

Böyle bir yaklaşım saptırmadır, tutarsızlıktır, insafsızlıktır ve de samimiyetsizliktir.

Bir kere daha tekrar edelim:

Şeriat İslâm’dır. İslâm’ın ta kendisidir.

Bu bildirinin sahiplerine sesleniyoruz:

Gerçek yüzünüzü gösterin. Yalancının mumunun yatsıya kadar yanacağı gerçeğini hatırdan uzak tutmayın.

Zaten şimdiye kadar sergilediğiniz hal ve davranışlarınızla kamuoyu nezdinde bütün güvenilirliğinizi kaybettiniz. Bu halinizle kimseyi dindeki samimiyetinize inandıramazsınız. Bu basiretli millet bu oyuna gelmez ve dininde yapılan tahrif ve tahribi affetmez.

Allah’ın nizamı şeriata her türlü hakareti yağdıranların, sonra kalkıp Yüce İslâm, Aziz İslâm, Değerli İslâm demeleri, basiret ve feraset sahibi mü’minlerin dimağlarında derhal şu ayetleri çağrıştırır:

“İnsanlardan, inanmadıkları hâlde, ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık’ diyenler de vardır.

Bunlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da (şuursuzlukları sebebiyle) farkında değillerdir.

Kalplerinde münafıklıktan kaynaklanan bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır. Söyledikleri yalana karşılık da onlara elem dolu bir azap vardır.

Bunlara, ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ denildiğinde, ‘Biz ancak ıslah edicileriz!’ derler.

İyi bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat farkında değillerdir.

Onlara, ‘Müslümanların inandıkları gibi siz de inanın’ denildiğinde ise, ‘Biz de sefihler/ akılsızlar gibi mi iman edelim?’ derler. İyi bilin ki, asıl sefihler kendileridir, fakat bilmezler.

İman edenlerle karşılaştıkları zaman, ‘İnandık’ derler. Fakat şeytanlarıyla (münafık dostlarıyla) yalnız kaldıkları zaman, ‘Şüphesiz, biz sizinle beraberiz. Biz ancak onlarla alay ediyoruz’ derler.

Gerçekte Allah onlarla alay eder (alaylarından dolayı onları cezalandırır); tuğyanları / azgınlıkları içinde bocalayıp dururlarken onlara mühlet verir.

İşte onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın almış kimselerdir. Bu yüzden alışverişleri onlara kâr getirmemiş ve (sonuçta) doğru yolu bulamamışlardır.” (Bakara: 8-16)

Mucizeyi tartışmaya açan sapkınlara, işte Kur’ân’dan “Allahu ekber!” dedirten bir mucize tablosu!

Keza küçücük akıllarıyla Kur’ân’ı geçmişe hapsedebileceklerini sanan tarihselcilere karşı da, Kur’ân’ın nasıl her çağa, her zamana, her topluma hitap ettiğini gösteren capcanlı bir delil… Tabi ki görecek gözü, işitecek kulağı olanlar için…

11- İmam Azam’ı Menfur İdeolojilerine Alet Etme Teşebbüsü

Bildiride İmam Azam Ebu Hanife referans gösterilerek “Din, Hz. Âdem’den beri gelen tevhid inancıdır ve asla değişmez, ama şeriat değişir” denmektedir.

En karakteristik özelliklerinden biri de “mezhep inkârcılığı” olan bu tayfanın, işlerine geldiğinde “büyük İslâm bilgini” diyerek mezhep imamlarının himmetine sığınmaları ne kadar da komiktir.

Önceki satırlarda “aklî çıkarımlar” yaparak (hâşâ) şeriatta tutarsızlıklara sebep olduğunu iddia ettikleri müçtehitlerin en önde gelenlerinden olan İmam Azam’ın, burada bir anda “büyük İslâm bilgini” oluvermesine sadece “Pes doğrusu!” diyebiliyoruz.

Bahsi geçen tespite gelince:

Bu elbette doğrudur. Tarih boyunca tevhid esaslı, adı İslâm olan hak din, akaid cihetiyle her devirde aynı kalmış, değişmemiştir. Şeriatlerin değişmesi ise peygamberden peygambere olmuştur. Bazen de bir peygamber, kendinden evvelki peygamberin şeriatına tâbi kılınmıştır.

Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) geldikten sonra ise İslâm kemale ermiş, şeriat ahkâmı da onunla beraber en son ve en mükemmel şeklini almıştır. O, son peygamber olduğuna göre, dolayısıyla artık bu hükümler de değişmez.

Yeni zuhur eden durumlara bağlı olarak cevap bekleyen sorular ise, İslâm hukukunun ana prensipleri esas alınarak, ehil olan müçtehitlerce fetvaya bağlanır.

Günümüzde olduğu gibi içtihat kapısı açık olduğu halde, bu işe ehil bir müçtehit yok ise, bu durumda bu meseleler gerekirse heyetler oluşturularak, İslâm hukuk külliyatlarından istifade edilerek incelenip fetvaya bağlanır.

Bu meyanda bugün İslâm’ın mevcut fıkhî birikiminin cevap veremeyeceği bir mesele yoktur. Hatta Hanefi fıkhında, hâlihazırda yaşanmamış, ama yaşanması muhtemel problemlerin dahi fetvaya bağlandığı bilinmektedir. Vakti gelmemiş sorunlara, vakti gelmemiş cevaplar üreten bu alana “farazi fıkıh” denmiştir.

Hemen bir örnek verelim:

Büyük bir âlim olan Katâde (ö. 117/735) Kufe’ye gelir ve kendisini ziyaret için toplanan kalabalığa, helâl ve haramlarla ilgi sorulacak her soruya cevap vereceğini söyler.

Bunun üzerine Ebû Hanife şunu sorar:

“Senelerce kayıp bir adamın karısı, kocasının öldüğüne kanaat getirerek bir başkasıyla evlenirse; ardından kayıp koca dönerse, kadının ikinci eşinden aldığı mehir ne olacak?”

Katâde, Ebu Hanife’ye böyle bir hadisenin gerçekte yaşanıp yaşanmadığını sorar. Ebu Hanife yaşanmadığını söyleyince “Peki, gerçekleşmemiş bir şeyi niye soruyorsun?” der.

Bunun üzerine Ebû Hanife şöyle cevap verir:

“Bizler, henüz başımıza gelmemişken belaya hazırlıklı olmalıyız. Böylece bela gerçekleştiğinde ona müdahale etmesini ve ondan kurtulmasını da bilmiş oluruz!”

Bu anekdottan da anlaşılacağı üzere, İmam Azam Ebû Hanife, sadece kendi asrının değil, gelecek asırların da fıkhını yazmıştır. Onun, talebeleriyle birlikte 60 binden fazla meseleye çözüm getirdiği kaydedilmektedir ki, bu sayıyı çok daha ileriye götürenler de vardır.

Bu durum, İslâm hukukunun insanlığın ihtiyaçlarına cevap vermede ne kadar zengin bir hazineye sahip olduğunu göstermektedir. Tabi ki şartlanmamış beyinler ve görmek isteyen gözler için…

Mademki bildiriyi hazırlayanlar İmam Azam’ın şeriatla ilgili görüşlerine itibar ediyorlar; o halde onun şu fetvasını da biz hatırlatmak isteriz kendilerine:

“Bir kimse ‘Gel beraber gidip Şeriat’a danışalım’ derse, öteki kişi de ‘Gitmem’ derse kâfir olur. Çünkü Şeriat’ı reddetmiş oluyor.

Yine bir kimse ‘Şeriat ve benzeri müesseselerin bana bir faydası yoktur, bana şeriatın hükmü geçmez’ derse kâfir olur.” (İmam Azam Ebu Hanife, Fıkh-ı Ekber / Aliyyü’l Kari Şerhi, Tercüme eden: Prof. Dr. Yunus Vehbi Yavuz, Çağrı Yayınları, s. 333.)

Bu bildiriye imza atanların, hileli yollara başvurup hakikatleri saptırmak suretiyle, gerçek maksatlarını kamufle edebileceklerini, samimiyetten ne kadar uzak olduklarını gizleyebileceklerini sanırken nasıl bir aldanışa düştükleri, İmam Azam vesilesiyle bir kere daha -hem de trajikomik bir şekilde- ortaya çıkmış olmaktadır.

12- Zamanın Değişmesiyle Değişen – Değişmeyen Nedir?

Bildiride, Mecelle’den getirilen “Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tebeddülü inkâr olunamaz” yani “Zamanın değişmesi ile bazı hukuki hükümlerin değişmesi de inkâr edilemez” şeklindeki delilde ise açık bir saptırma ve kasıt vardır.

Çünkü burada söz konusu olan değişiklik, örf ve adetlerdeki değişikliklerdir. Zira fıkıhta aslî deliller dışında bir de fer’î deliller vardır ve “örf”, fer’î delillerin üçüncüsüdür. Örfün meşru bir delil sayılabilmesi için, aslî kaynaklar olan Kur’ân ve Sünnet’e muhalif olmaması, dar değil, geniş bir çevrede benimsenmiş olması gerekir. İslâm’da şer’î hüküm varken örfî teamüllere itibar edilemez. Örfler, ancak Allah’ın hükümleriyle çelişmediği ve insanlığın huzur ve saadetine hizmet ettiği nispette makbul ve muteberdir. Kur’an ve Sünnetle açıkça belirlenmiş hükümleri değiştirmeye kalkmak dalalettir, küfürdür.

Bu sebeple bu şenaat dolu bildiriyi hazırlayıp güya Mecelle’den delil getirmeye kalkışanlara, biz de yine aynı Mecelle’den şu kaideyi hatırlatırız:

“Mevârid-i nassda ictihada mesağ olamaz.”

Yani:

“Kur’an ve Sünnette açıkça ifade edilen şer’î hükümler konusunda ictihad yapılamaz.”

13-  Tiyatronun Son Perdesi: Birlik Beraberlik Çağrısı (!)

Tüm bu hezeyanlardan sonra bu hadsizlerin, halkımızı laiklik ve demokrasi etrafında birlik ve beraberliğe çağırmaları da oldukça gülünçtür.

Bildiri boyunca birbiri peşine sıraladıkları fecaatler ortadayken, şeriat kavramını bahane ederek, milletimizin birlik ve beraberliğinin temel dinamiği olan dinî değerlerini akıllarınca paçavraya çevirmeye kalkanların -orda veya burda- birlik beraberlik çağrısında bulunmalarına kim inanır?

Öte yandan Rabbimizin bizi, parçalanıp dağılmamamız için etrafında toplanmaya / bir ve beraber olmaya davet ettiği adres, sımsıkı tutunacağımız Allah’ın ipidir; yani Kur’ân’dır, İslâm’dır, İslâm’ı oluşturan şer’î emir ve yasaklardır.

Keza Peygamberimiz (s.a.v.) de bize “sımsıkı tutunduğumuz takdirde yolumuzu asla şaşmayacağımız” iki şey bırakmıştır: Allah’ın Kitabı ve Peygamberinin Sünneti. (Muvatta, Kader, 3.)

Müslüman bir coğrafyada Müslüman anne babalardan dünyaya gelen, yükseköğrenim için ilahiyat fakültesini tercih etmelerinden de dinî hassasiyetleri olduğu anlaşılan bu insanların yaşadıkları bu savruluş, bizleri kızdırdığı, kendilerine cevap vermeye sevk ettiği gibi, düşündürmelidir de.

Bu insanlar nasıl bu hale geldi ve geliyor?

Önceki satırlarda Kur’âncılık ve tarihselcilik akımlarından bahsetmiş ve bunun arkasında iki Yahudi müsteşrikin / oryantalistin olduğunu ifade etmiş idik.

İşte Kur’ân, sorumuza cevabı ta oradan alarak şöyle veriyor:

“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi döndürüp kâfir yaparlar.

Size Allah’ın ayetleri okunup dururken ve Allah’ın Rasûlü de aranızda iken dönüp nasıl inkâr edersiniz? Kim Allah’a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle o, doğru yola hidayet edilmiştir.

Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa, öylece sakının ve ancak müslümanlar olarak ölün.

Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin…

Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.

Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.

O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri kararanlara, ‘İmanınızdan sonra inkâr ettiniz, öyle mi? Öyle ise inkâr etmenize karşılık azabı tadın!’ denilir.

Yüzleri ağaranlar ise Allah’ın rahmeti içindedirler. Onlar orada ebedî kalacaklardır.

İşte bunlar Allah’ın, sana hak olarak okuduğumuz ayetleridir. Allah, âlemlere zulmetmez.

Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. Bütün işler ancak Allah’a döndürülür.” (Âl-i İmran: 100-109)

Bu bildiriyi kaleme alanların, bütün şenaat ve hezeyanlarına rağmen; şu ayetler karşısında irkilip ayıkmalarını, kendilerine gelmelerini, düştükleri badireden çıkarak hatalarını telafi yoluna girmelerini can u gönülden arzu ederiz.  Ne çare ki hal ve gidişatlarında buna dair en küçük bir ümit ışığı göremiyoruz…

SONUÇ

Şimdi insan durup düşünmeden edemiyor:

Acaba bu bildiriyi kaleme alanların -farkında olarak veya olmayarak- yaptıkları nedir; hizmetleri kimedir?

Önce yaptıklarına bakalım:

Bunlar, İslâm’la şeriatın ilmî ve itikâdî birlik ve bütünlüğünü kendi keyiflerince parçalayarak, hilkat garibesi bir din anlayışı ortaya koymaktadırlar.

Böyle bir din anlayışını savunmak ve yaymak insanların itikatlarını bozar; onları dünyada dalalet ve sapkınlığa, ahirette ebedî felakete sürükler.

Müslüman Türk milletinin birlik ve beraberliğinin harcında tevhid itikadı, onun da temelinde Kur’ân ve Sünnet bütünlüğü vardır. Bu bütünlüğün parçalanıp Kur’ân’ın bir felsefe kitabı gibi keyfî yorumlara açık hale getirildiği sapkın bir din anlayışını insanların tercihine sunmak; sadece uhrevî felaketle sonuçlanmaz;  dinî ve milli bütünlüğümüzü tehdit ederek iç barışı da bozar; din, iman, vatan, millet ve devlet düşmanlarının ekmeğine yağ sürer.

Ve bu hakikat, bizi sorumuzun ikinci şıkkına götürür:

“Bu bildiriyi hazırlayanların hizmetleri kimedir?”

Bunun takdirini yüce milletimize bırakıyoruz.

Biz şu kadarını söyleyebiliriz ki, bu bildirinin de, onu imzalayanların da, bu milletin milli ve manevi değerlerine, inanç ve kültürüne, kimlik ve ideallerine, hepsinden önemlisi de Yüce Dinimiz İslâm’a hizmet etmediği; tam tersi, bunları tahrip ve tahrif ettiği muhakkaktır.

Bizim milletimiz âriftir. Dinini yaşama, hayata hâkim kılma noktasında eksik, yanlış ve kusurları olsa da, ona kast edenleri, onu hedef alanları sevmez; İslâm’ın şahsında Allah ve Rasûlüne düşmanlık edenlere tavır koymasını gayet iyi bilir.

Tıpkı şu ayette -mealen- tarif edildiği gibi:

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy-sopları olsalar bile, Allah’a ve peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacakları cennetlere sokacaktır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, Allah’ın tarafında olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Mücadele: 22)

Basiret ve feraset ehli aziz milletimize arz ederiz.

İLİM - HİKMET PLATFORMU Adına

                                             Ali DEĞERMENCİ / Mükremin KARAAĞAÇ