AŞK yetimiydi artık.
Sebebi bilinmiyordu ama gitmişti sevdiği. Elinden gelenden fazlasını sonuna kadar yüksek bir motivasyon ile yapmıştı ancak netice değişmemişti.
Gıpta edilen bir ilişkileri vardı. Gören maşallah derdi. Demeyenlerse parmaklarını ısırırdı. O kadar ileri seviyede göz kamaştıran bir iletişimleri mevcuttu.
Biri gökyüzü olduğunda diğeri yer yüzü olurdu. Arada ne varsa onlarındı.
Biri merdiven olsa diğeri basamakları olurdu.
Biri yağmur olursa diğeri toprak olurdu. Bereketin enva-i çeşidi dolardı yüreklerine.
Biri gecenin zifiri karanlığı olsa diğeri muhteşem bir dolunaya dönüşürdü.
Biri güneş olup yaksa diğeri serinleten bir gölgeye dönüşürdü.
Biri sert bir rüzgâr gibi esse diğeri korunaklı bir duldaya dönerdi.
Biri pınar olsa diğeri suyun aktığı oluk oluverirdi de birlikte içerlerdi serinleten suyu.
Biri esma ise diğeri müsemmasıydı.
Biri neşelenip coşsa ve halaya dursa diğeri dudaktaki zılgıt veya elde sallanan mendil olurdu.
Biri ney olsa diğeri ses veren nefes oluverirdi.
Biri cevher olsa diğeri kıymet bilip iftiharla boynuna takardı.
Biri stresin tesbihi olsa diğeri çekilen sabır olurdu.
Biri yaşarıp ağlayan göz olsa diğeri dilinin ucuyla o damlaları düşürmeyip toplayan olurdu.
Biri bir şarkının dizesi olsa diğeri nakaratıydı.
Biri bir türkünün uçan kuşu olsa diğeri kanadına konan avaz olurdu.
Biri kuyuysa diğeri ipiydi.
Biri kalpse diğeri hissi oluverirdi anında…
Biri aherlenmiş kağıtsa diğeri üzerine zevkle kondurulan bir vav veya nokta nokta işlenmiş tezhibiydi.
Biri hikâye anlatıcısı olsa diğeri toplayıcısıydı.
Biri şiir olsa diğeri uyağı olurdu derhal.
Biri tebessüm olsa diğeri yanağa konan gamzesiydi.
Biri Ali olduğunda diğeri kamberi olurdu.
Ne yapsalar birlikte yapar, nereye gitseler beraber giderlerdi. Ne olduysa olmuş ve yaban düşmüşlerdi işte. Giden gitmişti ama kalanda bir şey kalmamıştı. Tükenmişti.
…
BOŞLUK hissi onu deli ediyordu.
Anlatılması zor bir telafi edilmezlik girdabının çarkları arasında acımasızca öğütülüyordu. Ne koysa yerine dolmuyordu. Hiçbir şey, bir şeyi olmuyor ve hiç kimse, kimsesi olamıyordu. Suyu çekilmiş dipsiz kuyuların basınca ses çıkaran kurumuş otlarından farksızdı.
Leman Sam’ın seslendirdiği o şarkı hem dilinde hem de kalbinde dönüp duruyordu:
“Anladım ki hiç kimse hiç kimse sen değil / Hiç kimse senin gibi canımdan öte can değil
Anladım ki hiç kimse hiç kimse sen değil / Hiç kimse senin kadar fikrime huzur değil
Anladım ki hiç kimse hiç kimse sen değil / Hiç kimse senin kadar umuduma yol değil”
Ne kadar yinelese de canına can, ruhuna nefes, kalbine şifa, umuduna yol, fikrine huzur olmuyordu.
…
“HİÇBİR şey ve hiç kimse” diyerek yollar arşınladı, gölgelerde dinlendi, dağ ve bayırları bağrı yanık dolaştı, yankılansın diye yücelere seslendi, kuyulara çığlığını döktü, gecelere kalbini açtı ancak içindeki tarif edilmez yoksunluk hissini bir nebze bile olsa dindiremedi.
En sonunda bir yoldaşı güç bela ikna ederek kasabanın psikiyatri hekimine götürdü. Kendisi mahremini anlatmayı zül saydığından gönüldaşı hekime bilgi verdi. Ne varsa olan biten hepsini döktü. Yapılan muayene, test ve tetkiklerden sonra doktor teşhisini koydu: “Kronik Boşluk Duygusu.”
…
DUYGUSAL sıfır noktasıydı bu. Rahatsız edici bir his… Kırıcı, yıpratıcı…
Daha önce zevk aldığı, keyif duyduğu, kendini tanımladığı hangi eylemler varsa hepsi sıfıra inmişti. Hiçbir şey olmuştu. Anlam kaybına uğramıştı. Kendisiyle konuştuğu, yârenlik ettiği, sohbetin telvesini tuttuğu, hayatın külünü eleyip savurduğu, mühim meseleler tartıştığı kim varsa hiç kimse oluvermişti.
Yalnızlığın azap veren derelerine yuvarlanıyordu. Hiçbir sosyal bağlantısı kalmamıştı. Çevresinde olanların hepsi artık onun için sıfır noktasındaydılar. Çoktan hiç kimse olmuşlardı.
Umutsuzluk dağ başlarındaki duman gibi, hiç dağılmıyordu. Değersizlik çarkına yakalandığı için kendisi dahil hiç kimse değerli değildi. Hiçbir şey ve hiç kimse yeterli, mühim, kıymetli değildi.
Yaşadığı travma karşısında hissiz bir uyuşma hâlinin derinliklerinde nefessiz kalmıştı. Kendine yaban düşmüş, yabancılaşmıştı. Yâr ile ağyar müsavi idi artık. Hayatın kurt kapanı kendisini yutmuştu.
Duygusal sıfır noktasının dibindeydi. “Her şey” hiçbir şey, “Herkes” hiç kimse olmuştu.
…
ÇOK üzülmüştüm. “Yaşıyor mu?” diye sordum arkadaşıma. “Hayır, pandemi döneminde hayatın öte yakasına göçmüş” cevabını aldım.
Koca bir günü Karacaahmet mezarlığında bulmak için harcadık. Giden kişi dönmüş ve onu bir mezar taşından hiç olmazsa mahrum bırakmamıştı. Yoksa tüm emeğimiz boşa gidecek, bulamayacaktık.
Kabri başında oturduk, niyazlar ettik. Çok sevdiği için termosumuzu açarak çay içip sohbetler ettik.
Taşındaki yazı şöyleydi: “El Baki Hüvel Baki. İşte sıfır noktası: Hiçbir şey ve hiç kimse”
Ya Selam!