SÜRGÜNDÜ.

Gökyüzünün maviliğini, denizin enginliğini, rüzgârın serinliğini, yağmurun sırılsıklam ediciliğini, güneşin kavurucu yakışını yıllarca elinden almışlardı.

Bir hücrede yılları üst üste devirmişti. Ayları unutmuş, günleri birbirine karıştırır olmuştu.

Işıkla teması kesildiğinden kendi gölgesini bile nicedir görmemişti. Kısasına kısa, uzununa uzun diyememişti.

Yaşı kemale doğru yokuşa vurduğunda salıvermişlerdi ama bu defa da sürgüne yazgılı kılınmıştı.

GÖZLEM altında tutuluyordu ama o buna hiç ehemmiyet vermiyordu.

Kaçmadı, hem nereye kaçabilirdi ki. Ayrıca gerçek gözlemin ne demek olduğunu kavradığından beri başka gözlemleri önemsemez olmuştu zira kendisini bununla bağlamıştı.

Görevlilerin uzaktan uzağa göz hapsinde tutmalarına aldırış etmeden içine koydukları kupkuru bahçeyi yeşillendirmeyi, çiçeklerle bezemeyi ve onlarla hasbihal etmeyi bilmişti.

Çevre ilkin uzak durup “Ne olur ne olmaz başımıza bela almayalım” demiş olsa da zamanla kendilerini durduramamışlar ve bu bahçeyi ruhen dinlendikleri bir muhabbetin merkezi haline çevirmişlerdi.

MUTLU MUYDU, hayır, mutsuzdu. Mutlu olabileceği bir veriye sahip değildi zaten.

Çocuklarının annesi başına gelen bu hadiseden dolayı başka diyarlara yelken açmış, evlatları da dağılmıştı. Tam bir meslek sahibi olmaya bile zamanı olmamıştı. Boynuna takılan yafta birkaç ömür taşınabilecek ağırlıkta bir kahır barındırıyordu.

Çok ölçtü, biçti. İnce eleklerden geçirdi. Hesaplaştı kendisiyle.

Ardından modern zamanların icat ettiği mutluluk kavramını riyakâr bularak ona sırtını döndü, bahtiyar olmayı seçti.

Tanışma faslı sırasında adını soranlara bu sebeple “Mutsuz Bahtiyar” diyordu.

BAHTİYAR olabilir miydi peki, mutsuz olan.

Evet, pekâlâ olabilirdi.

Olmuştu da nitekim. Kendisi bunun en canlı örneğiydi.

ESKİ zamanların bilge annelerinin evlatlarına “Mutlu olasın” yerine “Bahtiyar olasın” duasına kafası takıldı. Düşünmeye vakti vardı, düşündü. Çözümlemeler yaptı. Tanımları zihninde oturttu.

Mutluluğun ömrünün kısa bahtiyarlığın ise uzun olduğuna hükmetti.

Mutluluğun daha çok anlık ve gösterilebilir maddi imkanlarla bağlantılı olduğuna, bahtiyarlığın ise dışarıya dönük değil içsel etkenlerle irtibatlı olarak gelişip serpilen bir değer olduğuna kanaat getirdi.

Mutluluğun kıskanılabilecek bir duygu, bahtiyarlığın ise örneklenip taklit edilebilecek bir ülkü olduğunu kavradı.

Mutluluğun çevre tarafından fesada uğratılacak bir hâl, bahtiyarlığın ise çoğaltılıp bereketlendirilecek bir üst kavram ve yaşama biçimi olduğuna inandı.

Mutlu olmak ona göre geçici bir bahar esintisi iken bahtiyar olmak gönlünde hazanı olmayan baharlar yetiştirmek olduğunu gördü, deneyimledi.

Mutluluk ona göre sanal bir iyimserlik havası oluşturup ambiyanslarla sürdürmek iken bahtiyarlık sahih bir iyiliğin gönle kök salmış bir tuba ağacıydı.

Ona göre mutluluk az da olsa içinde hafif bir şımarıklık ve gösteriş barındırırken bahtiyarlık ağırbaşlılık ve ihlasla kol kola bir hayat yürüyüşüydü.

İşte bu sebeple insan yaşlandıkça mutluluğa değil bahtiyarlığa talip oluyordu.

BAHTİYARLIK aczini bilmenin yanı sıra bunu kime nasıl açacağını bilmeyi de içeriyor.

Özgürlük ve irade ile perçinleniyor. Bu dünyada misafir olduğu bilinci ile helalle yetinmeyi getiriyor.

Mutlular çoğu zaman başkalarından çaldıklarıyla var olurken bahtiyarlar kendi enfüsi varlıklarını açığa çıkararak bununla kişiliklerini inşa ediyorlar. Dışardan taşıyarak fazlalaşıp obezleşmek yerine yetilerini aktifleştirip bereketleniyorlar.

Bahtiyarlar yârini kendine baht ediyorlar.

Bahtını yâr sayıyorlar.

Dua ve kullukla bu iki kavramı birbirine mezcederek tadından parmak yedirten bir lezzete taşıyorlar.

Talihleriyle dost ve yoldaş olan, rıza makamına eren bu müreffeh bakışlı, huzur nakışlı insanlara rastlamışsanız eğer bunu hayatınızın şansı sayarak yanlarında eğleşin.

Kalbinizi kalplerine tutun.

MUTSUZ BAHTİYAR ile zamanı yudumladık. Geçmişin külünü göğe savurduk.

Veda vakti eriştiğinde kucaklaşıp ayrılmış ve dış kapıya doğru çözümlemem gereken bin bir kelamı yüklenmiş olarak yürürken arkamdan şöyle dua ettiğini işittim:

“Bahtın sana yâr olsun imanım.”

Âmin, binlerce kez âmin.

Ya Selam!