Sanallığın, bencilliğin, umursamazlığın giderek arttığı ve maalesef hızla içselleştirildiği; yalanın gerçekmiş gibi sunulduğu, renklerini yitirmiş, keskin hatlarla çizilmiş, eskiye özlemin hiç olmadığı kadar yoğun olarak duyulduğu adına yeni denilen insani bütün değerleri yok sayan, haksız da olsa kazanmayı dikte eden, bireyselliği birincil tutan kaotik bir dünya düzeni içinde yer alamaya zorlanıyoruz. Hepimizin tüm çabası ve olması gereken doğruyu yaşamak: hak hukuk gözetmek, erdemli davranmak, sevgiyi saygıyı korumakken özellikle başta sanal mecralar olmak üzere gerçek hayatta da  ’’Had aşımı’’ günlük rutinimizin neredeyse bir parçası oldu. An geçmiyor ki hayatın herhangi bir noktasında duyduğumuz, gördüğümüz ya da  bizzat maruz kaldığımız bir durum bizi şaşırtıp bu kadar da olmaz dedirtmesin ’’had’’ kavramının nasıl ihlal edildiği ve nasıl aşıldığı ile ilgili bir örneği bize sunmasın.

Türk Dil Kurumu kaynaklarına göre ’’had’’: ölçü, birim anlamı taşıyor.

Yukarıda yazılı sözlük açıklaması uyarınca; haddini bilmek söylemi için ölçülü ve kaide içinde davranmak diyebiliriz. Diğer taraftan haddini aşmak söylemi için de ölçüsüz davranmak, kaidelere uymamak, kuralsızlık doğru bir niteleme olur kuşkusuz.

Hızla akıp giden zaman olgusunda hep bir telaşemiz, hep bir yetişme uğraşımız bitmeyen isteklerimiz, gelişen teknoloji ile daha da çoğalan alışveriş alışkanlıklarımız ve maalesef tüketmeyi şiar edinmiş bir yapımız oluştu. Çoğumuz çok zaman günün nasıl başlayıp ne ara sona erdiğinin farkında dahi değiliz. Verimli toplumsal uğraşıların, etkinliklerin, çalışmaların yerini bize dayatılan bireysellik çoktan almış durumda. Dünyaya sıkıca sarılıp hep daha fazlasını arzularken öznelliğimizi yitirme noktasına doğru koşar adım ilerledik. Okulda, trafikte, iş yerinde, ikili ilişkilerde, ticarette ve dahi maalesef aile içinde iletişimimiz azaldığı gibi saygımızı muhafazada da çok zaman düşünceden uzaklaştık. Neticesinde bilinçli ya da bilinç dışı haddimizi, yerimizi, sorumluluğumuzu unutur hale geldik. Oysa ki haddini bilmek, sorumluluktan kaçmamak, toplumun, tüm insanlığın ve dünyanın hayrına doğruyu savunmak bizler için hem bir öğreti hem de bir zaruret. 

Anadolu coğrafyası geçmişten günümüze birçok medeniyete beşiklik etmiş aynı zamanda oldukça verimli topraklara sahip bir coğrafya olduğu kadar insanları da tüm tarih bilimciler, araştırmacılar ve diğer dünya insanları tarafından gerek mayası, gerekse inanışı itibari ile insanlığın zirvesi olarak kabul edilir. Vefalı Türk ve Adil Müslüman betimlemeleri yaşadığımız ülkenin genel kodları olarak bilinir. Dünya üzerinde nerede bir zulüm, nerede bir haksızlık, nerede bir yalnız bırakılmışlık varsa tarihin her döneminde inanışımız gereği hoşgörü çerçevesinde mazlumun yanında olur; desteğimizi sunar, zalime hakkınca uyarımızı yapar, gerek görüldüğü takdirde de yunus yüzümüzün aksine yavuz yüzümüz ile hak çerçevesinde muamele ederiz. Bu durum hem inanışımızın hem de adalet duygumuzun bize olan emri ve genetik mirasıdır. Tarih boyunca getirdiğimiz bu hasletlerin temelinde dünyaya dört elle sarılmamak; yerini, zamanını, ölçüsünü, bilmek esasen ’’haddini bilmek’’ gerçeği yatar.

Haddini bilmek konusu ile ilgili bize özgü ve nesilden nesile aktarılan en dikkat çekici örnek olarak aşağıda ki satırlar karşımıza çıkar. İnanışımız olan dinimiz İslamiyetin Peygamberi, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v) dünyasını 63 yaşında değiştiği hepimizin malumu. Hal böyle olunca 63 yaşını aşmış insanlarımıza yaşları sorulduğunda Peygamberimize olan saygı esası ile yaşlarını söylemekten imtina ettikleri bunun yerine ’’haddi aştık’’ dedikleri çokça işittiğimiz bir cevap olarak hepimizin belleğinde canlanır eminim. Bu söylem bu topraklara dair çok manidar bir söylemdir. Bir yanda hırsı, vurdumduymazlığı, sanallığı, bencilliği, egosu, tüm kötülüğü ile hadsizliği mübah sayan yeni kaotik bir dünya düzeni, diğer yanda Peygamberinden fazla yaşıyor olmanın hicabı ile yaşına dair cevap vermekten geri duran nefsaniliği öteleyen bir topluluk. Üzerine çokça düşünülmesi gereken bir gerçeklik gün gibi karşımızda durmakta…         

Medeniyetin doğduğu bu kadim topraklarda sanallığın ve teknolojinin dayatması ile medeniyete sırtını dönmeye zorlanmak, hakikati yok saymak kabul edilir bir durum değil. Zira doğusundan batısına kuzeyinden güneyine hala kapısı çalındığında ekmeğini aşını paylaşacak, yolda kalanın yardımına koşacak, komşusu açken tok yatmayacak, cenaze olan muhitte düğününü iptal edecek, sırtında ki montunu sokakta ki çocuk ile paylaşacak, herhangi bir doğal afette canhıraş bir şekilde seferber olacak, mazlumun elinden tutup, zalime göğüs gerecek, haksızlık karşısında dik durup hakkı savunacak insanların var olduğunu biliyoruz…

Medeniyet karşıtı kaotik dünya düzeni savunucularının, bireysellik aşılayıcıların, sistem kurucuların, sanal ve teknolojik ağ yöneticilerinin bizi biz olmaktan uzak tutacak tüm dayatmalarına karşın özellikle neslimiz, gençliğimiz, inanışımız, yaşayışımız, toplumumuz ve ülkemiz adına sağlam bir duruş sergilemek zorunda olduğumuzu biliyoruz.

Hak ile batılın savaşı belki de hiçbir zaman olmadığı kadar sinsi ve çetin bir şekilde devam ediyor. Bu defa silahlar ok mızrak tank tüfekten ziyade toplumların kodları üzerine tasarlanıyor. Yalnızlaştırılan insanlar amaçsızlaştırılıp haktan hakikatten uzaklaştırılıyor. Robotik bir düzen kurulma çabasına gidiliyor. İşte tam da bu noktada haddimizi bilirken dünyanın daha yaşanılası bir yer olması, neslin sağlıklı şekilde devam etmesi doğrunun galip gelmesi adına yanlışın karşısına elif gibi dikilip hakkı sonuna kadar savunmak bize had bildireceklere haddimizi aşarak had bildirmek en doğru tutum olarak yanı başımızda duruyor.

Geçmişten aldığımız mirasın geleceğe sağlıklı ve en doğru şekilde aktarılması bizlerin üzerinde bir vebal bunu asla unutmadan haddini aşanlara hakikat minvalinde  haddini bildirmek dileği ile…