HARMANDA bir çadırda dünyaya gelmişti.
Bir hafta kadar ailesi bu köyde konaklamış, köyün ihtiyacı olan ördükleri elekleri sattıktan sonra
sabahın erken vakitlerinde neleri varsa toplayarak atlara yükleyip gitmişlerdi.
Yerde bir o kalmıştı.
Alelade bir beze sarılıydı. Ağlamaktan nefessiz kalmıştı minik yavru.
Âdeti üzeri dağ bayır gezen şu mecnun dede o çaputa dikkatli bakmayıp yanından geçip gitseydi
muhtemelen yaşıyor olmayacak birkaç günlük iken dünyaya veda edecekti.

MECNUN dede onu kucağına aldığı gibi bin bir sevinç ve endişenin aynı anda kalbini alabora etmesine
rağmen kararını vermişti.
Düzgün bir barınağı olsa gam değildi.
Evinde kendisine bakan, sıcak bir tabak çorbayı önüne koyan kendi gibi yaşlı da olsa bir yoldaşı olsaydı
elbette bunların hiçbirine zerre yüz vermeyecekti.
Yine de aldırış etmemişti zaten.
“Hâne dediğim viranede yanıp tüten bir ocağım yok ama o beni ısıtır sevgisiyle bende onu” diyerek
sorumluluk almıştı.
Mücerret yaşadığı için aile nedir, eş nedir, evlat nedir bilmemişti zaten.
Ama şimdi evlat diyerek bağrına basacağı bir lütfa mazhar olmuştu ve bunun kıymetini bilmeliydi.
“Beni hayata bağlar” diye düşünmüştü ve tam da böyle oldu.
İnsanların aslında berduş olarak gördüğü ama nezaketen mecnun dedikleri, hırpani giyiniş ve
bakımsızlığıyla çevrede ün yapmış bu ihtiyar artık eskisi gibi değildi.
Yeniden doğmuş, tazelenmişti.
Dünyada tutunacak bir dalı olmuştu ve buna sahip çıktı.
Değişmişti gerçekten… Hem ne değişme.
Saçı sakalı düzene girdi, kıyafetleri bir şekle büründü, sorumluluk aldığı için orada burada gezmeyi
bıraktı. Bunca yaşına bakmadan bulduğu bu bebeğe dedesi yaşında olmasına rağmen babalık
yapmaya başlamıştı.
Sadece bu mu, hayır. Annelikte yapıyordu.

MAVRA yaptı yıllarca köylüleri…
İnanmadılar harmanda bulduğuna ve her biri inanılması imkânsız senaryolar uydurdular.
Kendileri zamanla buna inandılar da… Ama bu gerçeği hangi yalan değiştirebilirdi ki.

YILDIZ koydu adını.
Geceler boyu gökyüzündeki yıldızlarla söyleşir gibi konuştu onunla.
Neler anlatmadı ki…
Evvelinde ne varsa hepsini aktardı bir bir.
Hayallerini, hayal kırıklıklarını, düşmelerini, kalkmalarını, örselenmişliklerini, dışlanmalarını, adam
yerine konulmayışını, Allah’ın bir selamının bile kendisinden esirgenmesini…
Sonu hemen geliveren sevinçlerini de tabi. Zirvelere hiç ulaşamayan coşkularını, umutlarını…
Hem de defalarca.

BÜYÜDÜ, serpildi çocuk…
Ergenliğe erişti.
Bakmaya kıyılamayacak bir güzelliği, hayran bırakan bir zarafeti vardı. Asildi.
“Dedem” dediği hâmisine merhaba demeyenler artık eşiklerini yerli yersiz aşındırıyorlar, gelip
oturuyor ve kalkmayı bilmiyorlardı. Birgün bile yüzünü düşürmeden onlara hizmet etmeyi sürdürdü.
Utanacak bir yüzleri olsa belki utanırlardı ama bu edep fukaralığı sebebiyle hiç mahcup olmadılar.

EMRİ HAKK vâki oldu ve mecnun diye çağırılan dede dünya mihnetinden kurtulup gerçek âleme
kanatlandı. Muhteşem bir cenazesi oldu. Civar yerlerden dökülüp gelmişlerdi.
Eski dedikodulardan eser kalmamıştı tabi.
Artık onu bir başka anıyorlar, yüceleştirip olmadık övgüler diziyorlardı ardından.
Taziye vermeye gelen herkes “Bu senin deden var ya öyle muhterem, öyle yüksek gönüllü, öyle yüce
biriydi ki…”
şeklinde cümleler kuruyorlardı.
O ise tüm bu riyakarlığın farkındaydı ancak aldığı terbiyenin bir gereği olarak yutkunuyor ve kırıcı bir
sözcüğün dilinden kaçmasına fırsat vermemeyi başarıyordu.
Ama bununda bir haddi, hududu, sınırı olmalıydı.
İnsanların bu denli iki yüzlü oluşlarına içten içe üzülüyor ancak elinden bir şey gelmiyordu.
Yine benzer sözlerin havada uçuşmaya başladı bir başka gün şu kadarını söyleyebilmişti:
“Gökte yıldızı yoktu. Ben onun yıldızı oldum. Şimdi ise o benim yıldızım.”
Bu söz gülle gibi ortalığa düşmüş herkesi suspus etmişti. Bir daha ne görünen ne de gelen olmadı.
Sonrası mı, onu bende bilmiyorum.
Ya Selâm!