Düşmanlarımıza korku salan, birlik ve bütünlüğümüz için yepyeni kapılar açan İstanbul Yenikapı mitinginin ardından, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi önünde yapılan mitingle demokrasi nöbetlerine virgül kondu.

Düşmanlarımıza korku salan, birlik ve bütünlüğümüz için yepyeni kapılar açan İstanbul Yenikapı mitinginin ardından, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi önünde yapılan mitingle demokrasi nöbetlerine virgül kondu. Darbe girişiminin başarısız olması üzerine çılgına dönen hainlerin 16 Temmuz sabahı bombaladıkları ve daha sonra hayatını kaybeden gencimizle 6 şehidin verildiği Millet Camii’nin önünde Kur’an tilavetinin ardından şehitlerimiz dua ile anıldı.

Külliyenin avlusu, Beştepe meydanı dopdoluydu. Bir ucu Söğütözü’nde, bir ucu Emek’te, Bahçelievler’deydi kalabalığın.

PKK’nın miting saatleri öncesinde eş zamanlı olarak Kızıltepe’de, Diyarbakır’da patlattığı ve gözdağı vermek istediği bombalara aldırmadan…

Tıpkı 15 Temmuz’da bombalara, silahlara aldırmadığı gibi.

“Üst akıl” şimdi PKK kartını sürmüştü. Ama büyük resmin farkında olan Cumhurbaşkanı Erdoğan inadına meydan okuyordu:

“Kırsaldan şehirlere ineceklermiş. Geleceğiniz varsa göreceğiniz de var. Bunu böyle bilin. Bir taraftan PKK, bir taraftan FETÖ bir taraftan DAİŞ, bir taraftan PYD, bir taraftan YPG… Topunuz gelin! Allah’ın izniyle bu milleti aşamayacaksınız. Ben şuna inanıyorum. Biz bir ölürüz bin diriliriz.Bunu terör örgütleri de böyle bilsin.”

***

Her şerde bir hayır vardır denir ya…

15 Temmuz kalkışması olmasaydı belki bazı gerçekleri bu kadar net göremeyecektik.

Pensilvanya - Kandil bağlantısının bu kadar sıkı olduğunu bilemeyecektik.

Cumhurbaşkanı Erdoğan yıllardır bunlar haşhaşi dediğinde bunu bir benzetme olarak niteledik ve fazla kale almadık.

Kadir Mısıroğlu gibi araştırmacıların işin dini veçhesi üzerindeki tespitlerini fazla ciddiye almadık.

Birbirlerini kod isimleri ile çağıran ikiyüzlülerin lügatlerinin de kodlamalardan ibaret olduğunu her kelimenin çift anlamlı kullandığını anlayamadık.

Sevgi ve hoşgörünün, acımasızlık ve gaddarlık anlamına geldiğini, barış derken savaşın kastedildiğini, darbe karşıtlığından dem vurulurken darbenin tezgahlandığını algılayamadık.

Zira müthiş bir perdeleme yapılmıştı.

15 Temmuz darbe girişimi maddeten ve manen ülkemize pahalıya mal oldu ama suratlardaki melek maskesinin düşmesiyle gerçek yüzü görmemizi de sağladı.

Bir algı yönetiminin, kirli bir propagandanın, müthiş bir ikna metodunun uygulandığını görüyoruz.

Fonda siren sesiyle, finalinde gülen bebek görüntüsüyle darbe mesajı veren sözde gazete reklamında olduğu gibi.

***

Bütün bu 40 yıllık çaba niyeydi peki?

Amaç sadece Türk devletini ele geçirmek miydi?

Öyle idiyse zaten büyük ölçüde buna muvaffak olmuşlar zaten.

En sağlam yer olarak bildiğimiz ordunun içinde bile bu kadar etkin bir güce ulaştıklarına göre gerisini siz düşünün.

Bu kadar hırs, bu ihtiras, bu tatminsizlik niye?

15 Temmuz sonrasında daha iyi görüyoruz ki asıl amaç başka.

Oynanan oyun çok büyük.

Birincisi Türkiye’yi güçsüz bırakmak amaç.

Kardeşi kardeşe kırdırmak, bölmek, parçalamak.

İkincisi İslam âlemini birbirine düşürmek.

Üçüncüsü içi boşaltılmış bir İslam’ı din diye dayatmak.

O üst akıl, önce El Kaide’yi, sonra IŞİD’i kullanarak terörü selamet dini, barış dini, gerçek anlamda hoşgörü dini olan İslam’la özdeşleştirmeye çalıştı.

Kabul etmek lazım, bir ölçüde ulaştılar amaçlarına.

İslam dünyasını tefrikaya sürüklendi.

Nifak soktular, böldüler, parçaladılar.

***

O üst akıl, 15 Temmuz’da “hoşgörü” edebiyatıyla sahne alanlara darbe yaptırarak yine yüce İslam dini üzerinde olumsuz bir algı oluşturdu.

Sade vatandaş üzerinde ılımlısı buysa radikali nasıldır kim bilir şeklinde bir kuşku doğmasına çalışıldı.

Bu örgüt, başlangıçta bir İslami cemaatmiş gibi ortaya çıktığı için bütün cemaatler aleyhine olumsuz bir izlenimin oluşmasına yol açıldı.

İslam’ı özüyle yaşamak, imanı ihlas ve samimiyetle bezemek, kalbi Allah’ın nuru ile doldurmak anlamına gelen tasavvufla ilgili olumsuz bir algıya zemin hazırlandı.

Hak mezheplerin zait olduğu, Allah’a götüren yol anlamına gelen tarikatın gereksizliği yönünde bir kanaat uyandırılmaya çalışıldı.

İslam’ın temel kaynaklarını sadece kitap ve sünnete indirgemeye çalışan, hatta sünneti de fazladan gören, “Allah’ın varlığına inan yeter” şeklindeki bir inanç felsefesinin yerleştirilmesine çalışıldı.

Büyük resmi görmek önemli.

Zira bütün dini akımları aynı potada değerlendirmek “üst akıl”ın Müslümanları bölme tuzağına düşmek anlamına gelecektir.

Yusuf Kaplan’ın ifadesiyle “bütün sahih cemaatlerin ve tarikatlerin topa tutulması Türkiye'nin gayya kuyusuna yuvarlanması” gibi bir sonucun ortaya çıkması demektir.