Bendeniz (Ne kadar olabiliyorsam) bir Osmanlı Müslümanıyım. Elbette Asr-ı Saadet prensiplerine bağlıyım ama ondan sonraki islamî uygulamalar içinde, Kur’an’a ve Sünnete en uygun olanın Osmanlı sistemi olduğunu biliyorum.

Saltanatçı değilim, Osmanlıyım.

Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş asırlarını İslam’ın altın çağlarından biri olarak görürüm.

Osmanlı’yı bırakıp da laik Müslüman olacak halim yok.

Osmanlı’nın Kitaba, Sünnete, Şeriata uygun her özelliğini, meziyetini, faziletini beğenirim. Hatâları olmuşsa ki, mutlaka olmuştur, onları doğru bulmam ama onlar yüzünden Osmanlı’yı terk ve reddetmem.

Osmanlı’da din ve devlet birliği vardı.

Devlet ile din kavgalı değildi. Devlet dine hizmet etmekle, dini yüceltmekle yükümlü idi.

Osmanlı iki küçük Anadolu şehrinden çıkıp bir cihan imparatorluğu kurmuştur.

Osmanlı sadece Müslümanların değil, gayr-i müslim “milletlerin” de devleti idi.

Osmanlı Sevâd-Âzam İslamlığına bağlı idi.

Kuruluş ve yükseliş devrinde Osmanlı öylesine âdil bir devletti ki, İstanbul’dan Orta Avrupa’ya giden 150 bin kişilik ordu, üç yüz topuyla, on binlerce atı, devesi, hayvanıyla, bir yığın ağırlığıyla bir tek ekili tarlaya, bir tek bağa bostana bahçeye zarar vermeden yol alırdı.

Osmanlılar bir ara Akdeniz’i bir Türk gölü haline getirmişlerdi.

Osmanlılar beş vakit namaz kılardı.

Onlar Kur’an’a uygun temiz Ehl-i Sünnet inancına bağlıydı.

Onlar, Şeriata uygun tasavvufa ve tarikatlara izin vermişti.

Onlardan sonra Ortadoğu ve Balkanlar tarümar oldu.

Osmanlı hukuku Şeriat üzerine kuruluydu. Örfî kanunlar vardı ama bunlar Şeriata aykırı değildi.

Osmanlı öylesine dindardı ki, Galatasaray Sultanisi’nde bile Müslüman öğrencilere vakit namazı cemaatle kıldırırdı.

Osmanlı devleti, batıncaya kadar bir tek İslam kadın ve kızını başı açık gezdirmemiştir.

Tarihte hiçbir devlet, hiçbir sistem Osmanlılar kadar kadın ve kızlara hürmet edememiş, onları koruyamamıştır.

Osmanlı, sona erdiği 1922 yılına kadar muhadderat-i islamiyeyi (Müslüman kadın ve kızları) orta malı yapmamış, sahnelere çıkartmamıştır.

Sultan Abdülhamid hazretlerini severim, hatırasına hürmet ederim. O, hakikî halifelerin sonuncusudur, ondan sonra süfyanilik hâkimiyeti başlamıştır.

Son Padişah SultanVahidüddin asla vatan haini değildir.

Son Halife Abdülmecid bin Abdülaziz Han hazretlerini de severim.

Osmanlı Süleymaniyeleri, Selimiyeleri, Sultanahmetleri inşa etmiştir.

Osmanlı Barbarosların, Mimar Sinanların, Fuzulilerin, Şeyh Galiblerin devletidir.

Eski Sultanahmet Cezaevi’ni (şimdi otel) görün, işte Osmanlı batış devrinde bir hapishaneye bile o güzelliği verebilmiştir,

Osmanlı’nın ölüsü, nice dinsiz sistemin dirisinden hayırlıdır.

İstanbul’u feth eden Sultan Fatih hazretleri Resulullah efendimizin (Salat ve selam olsun ona) “o ne güzel kumandandır…” övgüsüyle şereflenmiştir.

Bendeniz Emevî devletini, Abbasî devletini, Mısır’daki Fatimîleri, Endülüs’ü, Hindistan’daki Babür devletini örnek almam, Osmanlı’yı örnek alırım.

Arnold Toybee, “Eflatunun Cumhuriyetine realitede en fazla yaklaşan sistem Osmanlı devletidir” demiştir.

Fütühat-i İslamiyye müellifi Mekke Şafiî Reisüluleması Ahmed Zeyni Dahlan, Hülefa-i Râşidînden sonra Kitap ve Sünnete en yakın devlet Osmanlı devleti diye yazıyor.

Ben bir Müslüman olarak bu topraklarda yaşıyorsam, Osmanlıların himmeti ve sayesinde yaşıyorum.

Osmanlı devleti yıkıldı ama benim gönlümde yıkılmadı.

Anadolu Rumları ve Ermenileri Osmanlı’yı desteklemiş olsalardı tarihten silinmeyeceklerdi.

Osmanlılar zamanında Kudüs’teki Hıristiyanların büyük ve tarihî kilisesini fesli Osmanlı askerleri koruyordu. Hıristiyanlar o kiliseyi paylaşamadıkları ve birbirleriyle kavga ettikleri için…

Osmanlılara Allah rahmet etsin.

Çok yazık ki, bizler Fatihlere, Süleymanlara layık torunlar olamıyoruz.

(İkinci Yazı)

Kıymetli Tarla Bataklık Olur


Güneyde Akdeniz sahilinde bir şehrimiz. Hayırsever ve saf bir vatandaş, deniz kenarındaki çok kıymetli büyük bir tarlasını bir hayır kurumuna bağışlar. Hikâye bundan sonra başlar.

İçeriden birileri araziyi kötüler durur. “Bu tarla bataklık… Kör bir yerde… Başımıza bela etti bunu… Bari satalım da kuruma yük olmasın…”

Bu bataklık, sapa yerde, beş belası büyük tarlayı nihayet bizimkilerden biri alır… Bir müddet sonra… Aaaa!.. Tarla deniz kenarındaymış, çok kıymetliymiş ve üzerine lüks ve büyük bir otel inşa edilmiş…

Allah belanızı versin!.. Tepetaklak olun inşallah!.. O güzelim arsayı nasıl da bataklık baş belası diye allem edip kallem edip iç ettiniz.

Bu gibi yollarla zengin olan, voli vuran, köşeyi dönenler ne gafil insanlar. Yanlarına kalır sanıyorlar. Kalmaz kalmaz kalmaz…

Kiramen kâtibin melekleri her şeyi yazıyor.

Rüşvetleri yazıyor.

Haram rantları yazıyor.

Kıymetli arsaya, bataklık baş belası deyip de üzerine oturanları yazıyor.

Dümdüz yolda otomobille giderken ağaca toslayanlar.

Durup dururken balkondan düşenler.

Başları beladan, uğursuzluktan hiç kurtulmayanlar.

Değerli arsaya baş belası diyen baş belaları.

Hırsızlar… Soyguncular… Üç kâğıtçılar…

Siz nasıl hesap vereceksiniz?

Allah belanızı versin!