“AŞK SÜRGÜNÜYÜM” ben derdi…

Hemen ardından ilave ederdi: “Aşk sürgünü olmak başka aşktan sürülmek başkadır.”

Muhabbet kendi kıvamında coşup akarken araya başka cümleler sıkıştırırdı. Aşkta aşk ile sürgün vermek gerek. Aşktan sürgün yememek için lazım olan bu…”

Kafamız karışırdı tabi.

Onun zihni berraktı şüphesiz ama bu kelime oyunlarıyla gönlümüzü yokuşa sürerdi.

Bu da bir nevi sürgün yani sürülmek değil miydi?

Ne demek istediğini anlamak için epeyce çırpınırdık. Uygun cevaplar geliştiremediğimizde yüzünü düşürürdü ki, bu bizim için tam bir sürgün demekti.

SÜRGÜNE maruz kalmış dedelerin torunuyuz çoğumuz. Kafkasya’dan sürülmüşüz biz örneğin.

Nicemiz yollarda telef olmuş. Perişanlık yaşamış. Mezarları bile bilinmez. Yol üzerinde mücadeleyi sürdüremeyip vefat edenler defnedilip yası bile tutulamadan yolculuğa devam edilmiş.

Deniz üzerinden gelenlerin kimi hava değişikliğine dayanamamış. Terlemeyi bile bilmeyen yüksek dağların kocaman yürekli adamları, kadınları, evlatları çetin şartlara dayanamayıp son nefeslerini verdiklerinde mevtayı denizle buluşturmuşlar. Bu sebeple yaşlı Çerkesler Karadeniz’in balıklarını yemezlerdi. Kısacası sürgün kelimesinin zihnimdeki ilk çağrışımı olumsuz.

Ama ustanın anlattığı sürgün bu değil…

Yine de ruhumdaki izler sebebiyle biraz ürkek, azıcık çekinik yaklaşırım.

TOHUM toprağı zorlar.

Didinir aşağıda… Mücadele eder. Çatlatır kendini, kabuğuna sığmaz olur…

Var olma, hayata doğma mücadelesidir bu.

Sürgün vermek zorlu bir gayretin, kendinden kendini doğurmanın ve gelişmenin simgesidir.

Tersi ise çürümek…

TOĞRAĞIN bağrında çatlamadan, yarılmadan sürgün verilmez.

Filizlenmek söz konusu olmaz.

Ağaçlar tomurcuklanıp sürgün vermezse meyveden bahsedemeyiz.

Körpe küçük dalların ucuna göz alıcı güzellikler sürgün sancısının sonucudur.

Çilesiz olmuyor. Büyümek, gelişmek, olgunlaşmak zahmet gerektirir.

AŞKTA sürgün vermek daha da zahmetlidir. Çilelidir.

Bodur ağaçlarda fidan dikiminden sonra sürgün gözlerine şekil vermek için budanır.

İki ayrı gönlün birbirini görmesi de aynı ameliyeyi gerektirir.

Önce kendinde dirilmen lazım gelir.

Sonra sevdiğin yürekte sürgün vermen için kendi kabuğunu çatlatıp nefsinin budaklarını budaman icap eder. Göz olarak tarif edebileceğimiz gözelerin açılması için bu işleme tabi tutulmalıdır.

Aşkın filizi bu işlemlerden sonra zuhura gelir.

Senlik benlik davaları o dalların budanmasından sonra biz olurlar. Birlikte açarlar.

Güne sürerler kendilerini…

Güneşin yakıcılığına dayanırlar. Tutunarak birbirlerine direnirler.

Yağmura sürerler kendilerini… Islanırlar. Yıkanırlar.

Birlikte temizlenmenin, billurlaşmanın sırrına ererler.

Aşk sürgününün gelişmesinden sonra iyiliğe, güzelliğe erişirler. Kuvvetlenirler.

Dünyanın kirlerine bulaşmamanın, nefsin şiddetli tazyiklerine boyun eğmemenin talimini yaparlar.

USTA aşkın ana diliyle konuşuyordu. Lisanı, gönlün lisanıydı.

Sürülmenin, savrulmanın, kökünden koparılmanın, acıyı sırtlanmanın ne olduğunu biliyordu.

Bize de belletme azmindeydi.

Ne vakit aşktan söz açılsa Tuncel Kurtiz’in seslendirdiği Serkan Uçar’ın “Tut Yüreğimden Ustam” şirinden şu bölümü okurdu:

“Ustam beni herkes sevdaya asi sanır
Oysa aşk beni nerde görse tanır
Hasret tanır zulüm tanır ölüm tanır
Yüzüm yüzümden utanır ustam”

AŞK, kök saldığı veya sürgün verdiği yerde çoğalır ve aynı yerde kurumasına da izin vermez. 
Sevgiyi büyütmek ve sürgün vermesi için sevdayı serbest bırakmak gerekir.

Aşka tutunmak, onu hapsetmek değil, özgürlüğüyle sevmeyi öğrenmektir.

İnsan korkularıyla ve zorluklarla mücadele ederek öğreniyor. Çünkü aşk, ancak nefes aldığı yerde var olabiliyor.  Aşktan sürülmeyip aşkın sürgününü verebilmek niyazıyla…

Ya Selâm!