HARABAT ehliydi. Münzevi yaşardı. Kimsenin iç dünyasını merak etmezdi. Karışmazdı. İma ile bile olsa bir göndermede bulunmazdı.

Kendine yetenlerdendi. Dış âlemden gelecek olana hayır demezdi ama özel bir talebi de olmazdı.

Emir kipiyle kimseye bir şey söylemezdi. En fazla rica ederdi. Bu hususlar yine muhatabın yararına olacak mevzularla ilgili olurdu.

KENDİSİYLE barışık idi.

“Evvela kişi kendisiyle sulh etmeli” derdi. Buna insanın fiziki yapısını örnek gösterirdi. Eğer organlar birbirine muhalefet ederek kavgaya tutuşsa vücut ülkesi kaosa sürüklenir ve anarşiye teslim olurdu ona göre. “Beynin, aklın, zihnin, kalbin birbirine hasım kesildiğini düşünün hele” diyerek konu üzerinde tefekkür etmemizi isterdi. Anlattığına göre bu barış sağlanamadığında, sulh devam ettirilemediğinde, herkes hakkına razı olmadığında önce psikolojik çatışmalar ortaya çıkarmış.

Psikolojik savaşın hüküm sürdüğü beden ülkesinde iniş çıkışlar çok olurmuş. Hava güneşliyken birdenbire mevsim kışa döner ortalık zemheri soğuğuna boğulurmuş. Dün sevgi ve hürmetle dolu olan biri ertesi gün düşmanlık süngülerini bilerken bulunabilirmiş.

Aslında anlattığı bugünün psikoloji profesyonellerinin sıklıkla dile getirdiği duygu durum değişikliklerinden farklı bir tablo değildi. Kişi kendisiyle barışamadığında, içerisinde sulhu sağlayamadığında selamet üzere yaşaması mümkün değildi. Kendisiyle kavga eden kişi elbette sevdikleriyle de niza ederdi. Kavga edecek bir mesele rahatlıkla bulabilirdi.

İnsanın iç âlemindeki huzursuzluk muhakkak etrafına taşardı ona göre. Mümkünü yok bütünüyle içeride tutulamazdı. Ne yapar eder bir fırsatını bularak dışarıya sızar ve orayı da kargaşaya boğardı.

SOSYOLOJİK savaşlar ona göre psikolojik savaşın kaçınılmaz bir sonucuydu.

Hapsedilemeyen veya ıslah edilemeyen duygu ve düşünceler eninde sonunda sosyolojik ortama sızar ve burayı da zehirlerdi.  Toplumsal problemler buradan neş’et ederdi.

O bakımdan vücut ülkesinde çözümlenemeyen meselelerin psikolojimizi etkisi altına alacağını ve eğer burada da bir hâl yolu bulunamazsa sosyolojik sorunlara dönüşebilirdi. Burada kuralın bazen tersi de olabilirmiş. Önce psikolojik huzursuzluklar, stresler, kendi sevemeyişler veya aşırı sevmeler karşılık bulamadığında kaygı ve korkuları beslermiş. Neticesi de depresyon tabi…

KAVGADAN hoşlanmazdı.

Suçlansa, hakaretlere maruz kalsa dahi meramını doğru seçilmiş kelimelerden oluşmuş analitik düşüncenin tercümanı olan cümlelerle ifade etmeyi yeğlerdi. Yine de söylediklerini muhatabına eriştiremiyorsa bir süreliğini mevzuyu bohçalayıp kenara koymayı tercih ederdi.

Kırgınlıklarla neticeleneceğini bildiğinden sözlerin değil seslerin yükseldiği ortamlarda bulunmayı tercih etmezdi. Böylesi durumlarda insanların sağırlaştığına inanırdı çünkü. O sebeple fark edilmeden uzaklaşır kendi tenhasında gönlünü eğlerdi.

ÇÖZÜMLEMESİ bu şekildeydi.

O nedenle ne zaman kendisinden istifade etmek için eteğine varıp diz çöksek ilk söylediği söz ile ‘Hitâmuhu Misk’ olarak ifade ettiği son cümlesi aynı olurdu:

“Kana karışan şifalı sözleriniz olsun. Kana karışan sözler cana karışır çünkü…”

KANA karışan sözler söylemek kolay değil elbet.

Emek ister, alttan almayı gerektirir, hâli okumayı icap ettirir. Karşı tarafın o sırada içinde bulunduğu alevli hâlin fark edilip söndürülmesi mevzubahistir. Ayrıca buna hem niyetli olunmalı hem de ehil.

Bunlar bizde ne arasın… Kovalı çok oldu. Sevgi buharlaştı, sevda bağlarımız bakımsız kaldığından çoraklaştı. Gözelerimiz kaynamaz, pınarlarımız akmaz oldu. Bülbüller sesini kesti kulağımızdan.

Aşkın öksüzü, muhabbetin yetimiyiz artık…

Vefa mı dediniz? Onun da tozunu attırdık nicedir. Belki de bu sebeplerle kana karışan şifalı sözler ağzımıza yakışmaz oldu. Misafir olmayışı dudaklarımıza bundan…

Kana karışan ve oradan cana ulaşan sözler zuhur etmeyince mevcut hâlimizden, susmak yerine “Kan donduran” sözleri söylemeyi tercih ettik.

Çoraklaşmamız bundan… Hissizliğimiz bu sebepten… Ürperti yoksunluğumuz yine öyle.

Kibrimizi eğitip gönlümüzdeki tevazuya karşı boyun eğdiremediğimiz müddetçe yine kana karışan şifalı ve onarıcı sözler yerine dumura uğratan kan dondurucu sözlerin perişanlığının farkına varamayan sahipleri olarak orada burada sükse yaparak dolaşıp duracağız.

Ne kadar acı bir can yakıcılıktır bu…

Vücut ülkemizi kaostan, ruhumuzu psikolojik kargaşalardan ve ardından kendimizi çevremizle olan sosyolojik çatışmalardan kurtarmanın stratejilerini geliştirelim.

Umut kesmek olmaz elbette. Kalbimizde iman olduğu müddetçe ümit vardır.

O ümide tutunalım ve kalbimizi kana karışan şifalı sözleri söyleyecek kıvama getirelim.

Yeterli mi, hayır. Başlangıç olabilir ancak. Bir kıvılcım... Adım atmadan yol alınmaz. Ümit et bekle tembelliğiyle de olmuyor ne yazık ki. "Belki bir gün olur, belki bir gün" diyerek ömrümüzü heba etmedik mi zaten. Tekrarına lüzum yok. Kendimiz beklediğimiz hiçbir şeyi tam yapmadık. Yapsak da ilkelerine uyarak yapmadığımız için sonuç alamadık, kahrettik sonra.  Hayat enerjimiz kalmadı hayal kırıklıklarından. Yaşamayı unuttuk. Kanaat etmenin tanımını bile değiştirdik. Tüm bunları göz önünde bulundurarak kana karışıp cana ulaşan sözleri söyleyelim artık.

Ya Selam.