Shlomon Zalman Shragai'nin kaleme aldığı köşe yazısında; Hamas ve Suriye’deki cihatçıların hamisi olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı göstererek İsrail’e yönelik askeri operasyon tehdidinde bulunduğunu söylediklerinin ciddiye alınması gerektiğini vurguladı.
Zalman Shragai'nin köşe yazında şu satırlara yer veriyor:
Yıllardır Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’sinin Hamas’a sağladığı sığınağa göz yumanlar, İstanbul’da terör örgütünün komuta merkezleri ve ofislerini barındırmasına kayıtsız kalanlar veya Yahya Sinvar ile Muhammed Dayf’a uzattığı desteğe sessiz kalanlar, şimdi de “yeni Suriye”deki cihatçı bir koalisyonun Türk sponsorluğuna şahit oluyor. Bu koalisyonun terör geçmişi, 7 Ekim’deki Hamas katliamının en az onun kadar – belki de daha fazla – kanlı izler taşıyor.
Donald Trump’ın yeni Orta Doğu ekibinin ve elbette İsrail’in, Erdoğan’ı tam olarak kendi kendini tanımladığı şekilde görmeye ve mevcut ve gelecekteki hamlelerini onun sözleriyle tanımladığı biçimde yorumlamaya başlaması gerekiyor. Erdoğan, kendisini Müslüman Kardeşler’in küresel lideri olarak görüyor ve Hamas’ı bir terör örgütü değil, bir kurtuluş hareketi olarak nitelendiriyor. Bölgesel bir İslam hilafeti ve Osmanlı İmparatorluğu’nun dirilişinden bahsediyor. Avrupa genelindeki Türk göçmenlere daha fazla çocuk yapmaları çağrısında bulunarak “Avrupa’nın geleceği sizsiniz” diyor.
Erdoğan’ın düşünce ekolüne bağlı Türk organizasyonları, Kudüs, Hayfa, Yafa, Lod ve Ramle’de faaliyet gösteriyor. Dünya çapında pek çok yerde “hayır işleri, kültür ve toplumsal etkinliklere” para ve kaynak aktararak etkisini giderek artırmak için kullandığı bu yöntem, “davet” (dawa) olarak bilinen “sessiz cihadın” aynısı.
Ancak bizzat Erdoğan, İsrail’e ve onun liderlerine “suçlu”, “Siyonist terör örgütü”, “Nazi” ve “Hitler” gibi hakaretler yağdırmanın ötesine geçerek uzun süredir sessiz cihad safhasını geride bıraktı.
Tek yapmamız gereken, onun sözlerini dinlemek ve söylediklerine gerçekten inandığını kabul etmek; Hamas’a karşı da bunu yapmalıydık ama yapamadık. Örneğin, geçtiğimiz temmuz ayında Erdoğan, “Karabağ’a ve Libya’ya nasıl girdiysek, benzerini İsrail’e de yaparız” diyerek İsrail’e açıkça askeri tehdide başvurmuştu. Aradan beş ay geçti ve Türkiye en azından kısmen bu tehdidini, yeni Suriye’deki cihatçı orduyla yerine getiriyor; üstelik sınırımızın kuzeyinde hiç olmadığı kadar yakına gelmiş durumda.
El-Golani ve yandaşlarının 2000’lerin başında Irak’ta döktüğü kana bulanmış geçmişine bakmak, “Suriye Ulusal Ordusu” (SNA) bünyesindeki veya ona bağlı İslam Devleti militanlarından yüzlercesinin isimlerini incelemek, yeni hamileri Erdoğan’ın İsrail için ne kadar büyük bir risk haline geldiğini anlamaya yeter de artar.
7 Ekim’den sonra Türk megolomanı, şerrin ve şer ekseninin yanında saf tuttu ve artık Katar veya İran’dan temelde pek de farklı değil. Türkiye “yeni İran” mı olacak? Bunu değerlendirmek için henüz erken, ancak şu andaki durumu bile Trump yönetimi ve özellikle İsrail için, hâlâ (şaşırtıcı şekilde) bir NATO üyesi olan bu ülkenin kısa ve uzun vadede yaratabileceği tehditleri yeniden gözden geçirmek için fazlasıyla yeterli.
Erdoğan konusunda yeniden yanılmamalıyız. İki yıl önce bile hâlâ Cumhurbaşkanı Isaac Herzog ve Başbakan Binyamin Netanyahu ile yakınlaşıp, ABD’nin gönlünü ve en çok da kesesini kazanmanın yollarını arıyordu. Ancak katliam ve savaş ortamı, şimdi de Suriye’deki çarpıcı gelişmeler, tüm maskelerini kaldırıp attı. Geçtiğimiz günlerde Erdoğan, Suriye sınırına yakın Mardin’de yaptığı konuşmada, “Reis bizi Kudüs’e götür” diye bağıran kalabalığa “sabır zaferi getirir” sözleriyle karşılık verdi.