BIKMIŞTI hayattan. Yaşamak istemiyordu.

Dünya gözünde karardıkça kararmıştı.

Gözlerini hayata açtığından itibaren iyiye giden bir şey görmediğini, aksine her alanda geriye bir gidişin olduğuna tanıklık ettiğini ısrarla söylüyordu.

“Hiç mi iyi bir şey yok?” diye sorduğumuzdaysa olmadığı hususunda diretiyordu.

İLİMDE Mİ ileri gidilmişti. Ona göre hayır.

İlimde ileriye gidilmediği gibi âlimlerin sahip olduğu ilme uygun şekilde davranmadıklarını ikna edici örneklerle anlatıyordu.

Eskiden ilim insanlığın faydasına öğrenilirdi.

Başkalarına bu ilmin taşınması için nice zahmetlerle talebe yetiştirirler, öğrencilerin pek çok zorluklarına göğüs gererlerdi.

Âlimler bildiklerini öğretmekten haz alırlardı. Hatta öğrettikçe daha ince detayları kendilerinin de kavradıklarını görüp mutlu olurlardı. “Öğretirken öğrenme” metodu da ona göre bu sebeple şöhret bulmuştu.

“Peki, şimdi öyle mi?” diye soruyor ve ne yazık ki böyle olmadığını uzun uzadıya anlatıyor ve şu hüküm cümlesiyle meseleyi bağlıyordu: “Şimdi hocalar, âlimler elde ettikleri ilimleri para kazanmak, dünyalık biriktirmek yolunda kullanıyorlar.”

Herkes böyle mi, elbette değil ama arttığını bizlerde gözlemlemiyor muyuz?

İRFANİYETTE DE ileriye bir gidiş yoktu ona göre.

İrfanın adı kalmıştı ve herkes nedense bunu diline pelesenk etmişti.

Eskiden ehl-i irfan, “Biz irfan ehliyiz” diye müftehirâne konuşmazdı.

Tevazunun koruyucu hırkasına bürünürlerdi.

Kendileri “Ehl-i irfan” olarak tesmiye edildiği vakitte ise bundan mahcup olurlar, yüzleri kızarırdı.

 “Peki, ya şimdi öyle mi?” diye soruyor ve maalesef durumun tam tersi olduğunu misallerle anlatıyordu.

Üç kelime ve birkaç menkıbeyi ezberleyenler “Hakikatten konuşuyorum” diyor ve “Marifet mertebesinde bu böyledir” gibi cümlelerle esip savuruyorlar.

İrfaniyetin olmayışının en büyük delilini irfan diyerek pazarlıyorlar.

Buna benzer pek çok örnek aktarımlarla içinde bulunduğumuz zamanın vahametini ortaya koyuyordu.

Gerçekten buna ehil olanlar öyle mi, elbette değil ancak ortalık sahtesinden geçilmiyor.

ÇOCUKLARA yapılan zulümler. Masumların vahşice öldürülmesi.

Artan şiddette kadınların ve çocukların payının giderek arttırılması.

Hak ve hukuk kavramlarının sadece adının kalması, adaletin artık tozunun bile bulmakta zorlanıldığını, şefkat ve merhamet üzere olanların aptal muamelesi görmesi, aile geçimsizlikleri ve bencilliğin tavan yapması, huzurun sürgün edilmesi, mutsuz ve bağımlı gençlerin her geçen gün daha da artması, insanların artık tatminsizliğe sürüklenmeleri gibi nice örnekleri vardı ki anlattıklarına itiraz etmek mümkün değildi.

Bunlar zaten bakan gözler için apaçık ortadaydı.

Gazete sayfaları, haber bültenleri, gündüz kuşağı programları bunların çok daha ötesinde meydana gelen olayları tüm ayrıntılarıyla veriyordu.

HAYVANLAR yaşanan eziyetlerden, zulümlerden beri miydi peki, hayır.

Onlar içinde durum aynıyla vakiydi.

İŞTE tüm bu olaylara uzun tanıklığının neticesinde kendisine “Nasılsın, ne yapıyorsun?” diyenlere “Hayatta kalmanın utancı ile bedenimi sürüklüyorum” diyordu.

“Kötü dünya senaryosu” senaryosu yazmayalım ve kendimizi buna kaptırmayalım, tamam ama durum gerçekten böyle değil mi?

Evet, aynen öyle.

Tüm akranlarının göçüp kendisinin artan bu kötülüklere daha fazla tanık olmasa onda gülle gibi ağırlaşıyordu. Siz sormazsanız bile kendisi mevzuyu buraya muhakkak bir fırsatını bulup getiriyor ve o cümleyi hemen yapıştırıyordu.

Şikâyet üzere olmak yersiz kabul ama durumu görmezden gelmek mümkün değil.

Teşhis konulmazsa çare nasıl bulunabilir ki!

Yine de “Karanlığa küfretmektense bir mum yak” ilkesini benimsemeli ve bireysel iyiliği çoğaltmak için gayret göstermeliyiz.

Unutmayalım ki, bir ışık karanlığı giderir.

Çoğalan ışıklar ise ortamı aydınlatır.

Ya Selam!