Yaşadığımız dünya bizim neyimiz olur sorusuna verdiğimiz cevap bizim hayata nereden ve nasıl baktığımızı belirler. Kendimizi misafir olarak mı görüyoruz yoksa tüm duygularımızla bağlanıp onun rengine boyanarak kendimizi kalıcı mı sanıyoruz?

Talip olduğumuz bu dünyada şefkat vurulup asılan bir kuş gibi sallanıp durmakta mı yoksa bizi fıtratımızın derinliklerine mi taşıyor?

Dünyadan uzak ama dünyada yaşamanın bir formülü var mı konusunu ‘Dünyadan Uzak’ kitabının yazarı Rumeysa Betül Doğan ile siz İstiklal Gazetesi okuyucuları için konuştuk.

Dünya bir mekân mı yoksa bir algı mı?

-İki açıdan da bakmak mümkün. Mekân olarak baktığımızda; olumsuz yanlarından çok, yaratıldığı andan itibaren bir kusursuzluk ve harika bir düzeni var dünyanın. Ama zamanla ne yazık ki insanoğlunun çaba ve gayretleri ile dünyayı yaşanmaz hale getirdiğimiz bir gerçek. Algı olarak ise kişiden kişiye değişebilen bir durum bu. Her insan kendi penceresinden baktığı kadarıyla dünyayı yani aslında hayatı iyi bir yer olarak da görebilir, yaşanması güç bir yer olarak da... Bu dediğim gibi tamamen kişinin kendi bakış açısıyla ilgili.

Dünyadan uzak kalmak gerçekten mümkün mü?

-Zaman zaman hayatın zorlukları ve mücadelesi zor bir süreç ile karşılaştığımızda şarkıda da söylediği gibi ‘’bir yer bulalım dünyadan uzak…’’ diyebiliyoruz. Yaşadığımız dönem insani yönlerini korumaya çalışan, belirli değerlere sahip çoğu kişi için ne yazık ki zorlu bir hayat yolundan ibaret. Bu yolda güller de var dikenlerde… Hoş tevafuklar, tatlı anlar günlük yaşamımızı iyi hale getirse de genel anlamıyla modern bir savaşçı edasında yaşıyoruz…

Zaten biraz da böyle olmalı değil mi?

-Evet, kesinlikle. Her insanın bir mücadelesi olmalı. Ama bu mücadele iyilikleri çoğaltmak içinse bir anlamı var. Ama bazen zor zamanlarda ve belki de yorulduğumuzda dünyadan arkamıza bakmadan kaçasımız geliyor galiba. Peki bu mümkün mü? Yani dünyadan kaçmamız ve hatta kısa bir zamanda da olsa uzak kalmamız. Elbette ki değil… Zaten ‘’Dünyadan Uzak’’ tanımlaması ile irdelediğimde buydu kitabımda. Ben orada bu tanımla ‘’dünyadan’’ yani huzursuzluklardan, çatışmalardan, modern hayatın kargaşasından uzak kalıp bir miktar huzur solumayı ‘’annemizin’’ yani aslında ailemizin huzur ikliminde olmak ile örneklendirdim… Çünkü hayat koşuşturmasında kaçırdığımız en önemli ayrıntı; belki de bizi seven, değer veren, her kötü anımızda yanı başımızda olan annelerimize (ailelerimize) yeterince zaman ayıramıyor oluşumuz. Bir nevi küçük mutlulukları öteleyişimiz. ‘’Dünyadan Uzak’’ isimli öykümün ana temasında; hayatın anlamını sorgulamak ve sonunda da huzuru annemizin dizinin dibinde bulmaktan söz ettim… Ve belki de dünyadan yani kargaşadan, gürültüden, zorlu hayat mücadelesinden uzak kalmak mümkün anlamı çıkabilir. Bu ya ailemiz, annemiz ile ya da başka bir huzur ikliminde olmakla mümkün olabilir.

Bozulan aslında dünya mı, insanlar mı?

-Dünya başta da dediğim gibi yaratılış gayesi bakımından kusursuz bir sanat eseri.  Ve bu soruya verebileceğim tek cevap kesinlikle bozulan ve bu bozulma ile dünyayı gitgide yaşanamaz hale getiren, Yaratıcının sanat eserini hoyratça harcayan, tarumar eden insanlar... Kötülüğü dahi belirli bir plan ve strateji dâhilinde örgütleyen, hayata geçiren, aklını ilah belleyen ve her türlü hakkı kendinde gören bir güruhtan bahsediyoruz. Yani azınlıkta da olsa böyle karanlık tarafı olan insanların dünyayı ne hale getirdiğini televizyon kanallarından görebiliriz. Savaşların çıkmasına, onca masum insanın ölümüne sebep olanlar da bizlere istifade edelim diye bahşedilmiş doğaya zarar verenler de; onca masum hayvanın katledilmesine seyirci kalanlarda insanlar…

Dünyadan uzak olmak için ne gibi sorgulamalar gerekiyor?

-Zamanla karşı konulamaz kişisel ego, kibir ve birbiriyle yarış halinde olmanın; iyi şeyler üretmek ve güzellikleri çoğaltmanın yerini hırsla yoğrulmuş, benliğimizden ibaret dünyaların almış olması aslında bizleri böyle bir ‘’dünyadan’’ uzak kalmaya itebiliyor. Somut bir uzak kalma değil elbette kastettiğim. Modern hayatın getirdiği tüketim çılgınlığının, empati yoksunluğunun, narsizmin insani değerlerimizi ve en mühimi de insan ilişkilerimizi etkilememesini sağlamamız. Zihinsel bir uzak kalış bu. Ve bunu sağlamak içinde özümüze dönüp ‘’nasıl bir hayat istiyorum, nasıl bir ben olmalıyım?’’ gibi soruları kendimize sormamız gerekiyor. Ve en mühim soru da: ‘’Kalabalıklar arasında kendi benliğimden, değerlerimden uzaklaşıp çoğunluğa benzemek mi, yoksa insanlığımı, özümü muhafaza etmek mi?’’ olmalı.

Dışarıdakileri ve orada olan biteni fark etmek içeriden bakınca mı daha mümkün sizce?

-Yalnızca dış görüntümüz ve imajımızdan ibaret değiliz. Ki şimdilerde bu iki kavram daha fazla ön planda olsa da insan olarak iç dünyamızı da hesaba katmamız gerekir. Bizler duygu ve düşüncelerimizle de var oluyoruz hayatta.  Ama bir de kendi yaşantılarımız dışında başka başka dünyalar, duygu ve düşüncelere sahip hayatlar, canlılar var… Ve toplumsal bir varlık olmamızın yanında yaratılmış her bir canın, yakın çevremizde bulunan ve bizlerin ilgisine, belki de sevgisine muhtaç her bir varlıktan da sorumluyuz. İnsan olmak bunu gerektirir çünkü. Somut bir örnek vermek gerekirse; bir cadde de yürürken hemen yanı başımızda fenalaşıp bayılan bir insan için o an telefona sarılıp ambulansı aramak, hiç tanımıyor olsak da o kişi için bir çaba göstermek bizim insani değerlerimizin olduğunu gösterir. Olması gereken de budur zaten. Bunun altında yatan düşünce ise; ‘’hayat sadece bizlerden ibaret değil, başka sorumluluklar, mücadeleler de var. Ve insan olarak kendimiz dışındaki her yaşama saygı duymalıyız.’’ Böyle düşünürsek yaratılış gayesinin gerekliliğini yerine getirmiş oluruz belki de…

Ego yüklenmeleri bu dünyayı yaşanmaz kılıyor diyebilir miyiz?

-İnsan benliğinin ‘’id, ego ve süperego’’ dan oluştuğunu varsayarsak, ego dengeyi sağlayan bir unsur. Ne kölesi olmalı ne de yok sayılmalı bu yüzden. Sürekli beslenen, pohpohlanmak istenen, yüceltilen bir ego insanı kendisinden, ruhundan, benliğinden uzaklaştırır zamanla. Ve hatta çevresindeki insanlardan bile... Örneğin; toplumumuz özgüvenli insanları sever ve saygı duyar. Lakin ego ve kibirle beslenen özgüven kadar eğreti duran başka bir özellik de yok sanırım. Ve bizi var ettiğine inandığımız bu özelliklerin bizden başka kime ne gibi bir faydası olabilir ki bakıldığında? Hatta kendimize bile yabancılaştıran bu ego yüklenmeleri zamanla mükemmeliyetçilik algısı oluşturur ve hiçbir zaman ‘’mükemmel bir dünya’’ mümkün olmayacağı içinde hem kendi dünyamız hem dış dünya yaşanmaz hale gelir… 

Sevgi, sadakat ve vefa göçüp giden kavramlar mı?

-Bireyselliğin arttığı bu son dönemde ciddi anlamda sevgi, sadakat ve vefadan söz etmemiz zorlaşıyor. Ama bu tür insani değerlerin hala birileri tarafından önemsendiğine de inanıyorum. Azınlıkta dahi olsa halen geçmişimizden, kültürümüzden bizlere miras kalan bu yönlerimizi korumaya çalışan birileri var… Kitabımda daha çok bu tür insanların öykülerini anlattım aslında. Bizi biz yapan, yaşamlarımızı güzel kılan özellikler çünkü her biri. Ve bu tür güzel örnekleri elimizden geldiğince çoğaltmak gerektiğine inanıyorum.

Modern dünyadan uzaklaşmak ve biraz dünyaya uzaktan bakmak bizlere ne kazandıracak?

-Belki de bizi insan kılan kalbimizi, benliğimizi kazandıracak... Ama en mühimi de bize kendimizi hatırlatacak… Hayatı sadece mücadeleden ibaret görüp buna göre bir yaşam sürmek de tercih meselesi lakin bir yerlerde de insan olduğumuzu anımsamamız gerekiyor… Bize sunulmuş konforlu ve iyi yaşamlarımızın dışında maddi manevi zorluklarla mücadele eden, yaşama hakkı dahi elinden alınmış birçok insan var. Mesela şimdilerde Filistin topraklarında yaşanan kocaman bir trajedi var. Orada işlenen insanlık suçunu görmek için sadece vicdanı ve merhameti olan bir kalbe sahip olmak yeterli. Ama çoğu insan ‘’ama onlarda…’’ diye başlayan insanlık onuruna hiç yakışmayan cümleler ile söze başlayıp yaşatılan bu zulmü yok sayabiliyor. Orada hiçbir suçu günahı olmayan insanların, çocukların ölmelerine gözlerini kulaklarını kapatabiliyorlar. İşte bunun en büyük sebebi insanlığımızdan uzaklaşıp yaşama sadece ‘’kendi yaşamımızdan’’ ibaret bakmamız... Bir nevi ‘’bana dokunmayan yılan bin yaşasın’’ mantığı… Ve işte modern hayatın dışından bir defada olsa dünyayı seyre dalsak görebileceğiz bunun gibi bazı gerçekleri…  

Bu kitabı yazma fikri nasıl oluştu?

-Her kitap tek bir kitabı okumak için yazılır aslında. Yani kâinatın, hayatın kitabını… En azından ben böyle bakıyorum. Benim kitabım bir insanın hayatına dokunursa, iyilik ve güzellikleri çoğaltmak adına bir kişiye dahi vesile olursa anlamı var tüm yazdıklarımın. Ve her gün haber kanallarında gördüğümüz; zavallı bir sokak hayvanına, masum bir bebeğe kötü davranan, zalimliği yoldaş edinmiş insanların yaşam tarzlarını yok sayıp, onlara haber değeri dahi atfetmemek gerek ki iyilikler ve güzellikler çoğalsın. İşte bu amaç adına kaleme aldım her bir öykümü. Bir yerlerde usul usul yaşayıp giden, sevgiyi, sadakati ve vefayı kendisine hayat gayesi bellemiş insanları daha çok anlatmak gerekiyor bence... Çünkü bu özellikler geçmişe öykündüğümüz insani değerler olmamalı, şimdilerde de yaşandığını, yaşatıldığını bilmeliyiz ki çoğalsınlar…

Kitabın ana ekseni ve vermek istediği temel mesaj nedir?

-En temel mesaj; yaşamın her haliyle kıymetini bilmeli, günlük hayatımızda kaçırdığımız küçük ayrıntıları, iyilik ve güzellikleri fark etmemiz gerektiği…

Kitabınızda aşk ve hüzün nasıl yer alıyor?

-‘Dünyadan Uzak’ kitabında aşk; şimdiki zamanın geçici bir hevesi gibi değil de seven bir insanın bu aşka yıllarını verebileceği, özlem ve hasretle yoğurulan ve ana teması sadakat olan bir his olarak kaleme alındı. Olması gereken bu mudur bilmem ama geçmişte yaşanmış aşkları hep bu temalarla anıyoruz. Ve ‘’şimdilerde de keşke böyle aşklar yaşansa’’ demeden edemiyoruz… Hüznü ise çok gerçekçi yazmaya çalıştım ki bazı öykülerimde bu duygu en derinlerimizde hissedilebilir.

Hayat ve ölüm arasındaki bağı nasıl yorumluyorsunuz?

-Hayat bir yol bana göre ve ölümde bu yolun sona erip başka bir yolun başlaması için açılan kapı. Ölüm asla son değil, belki de bu ‘’illüzyon dünya’’dan çıkıp özgür olma hali…

Öncelikli olan hayat mı, ölüm mü?

-Bu yolun bir gün gelip de sona ereceği bilinciyle adımlarımızı atarak yaşama hali olmalı bence hayat. Tamamen ölümü unutup bu hayata odaklanmak için yaratıldığımızı düşünmüyorum. İnanç boyutu devreye giriyor doğal olarak burada. Ölümü asla unutmamalıyız lakin sırf ölüm odaklı yaşayıp da reel dünyanın gerçeklerine de gözlerimizi kapatmamalıyız… Bu dünyada güzel şeyler yaparsak karşılığını güzellik olarak alacağız ve tam tersi durumda da hazin bir son bizi bekliyor olacak… Bu bilinç ile hareket edersek de zaten hem bu dünyamız hem de ahiretimiz güzelleşir... Tek temennimiz de bu zaten…

Son olarak kitabınızı okuyan okuyucuda öncekine göre nelerin değişeceğini umuyorsunuz?

-Çok iddialı bir cümle kurmak istemem bu anlamda. ‘’Bu kitabı okursanız hayatınız değişecek, başka bir insan olacaksınız’’ gibi komik cümleler kurmayacağım doğal olarak. Benim tek arzu ve isteğim: ‘’birilerinin fark etmesine vesile olmak’’ olabilir… Mesela her gün yanından geçip gittiğimiz ama fark etmediğimiz bir sokak köpeğinin gözünden yaşama bakışı, yağan yağmur eşliğinde şiir okumanın, bir fincan çayın ve küçük iyiliklerin varlığının fark edilmesi… Bana göre hayatı anlamlı kılan bu tür küçük ayrıntılar çünkü…

RUMEYSA BETÜL DOĞAN KİMDİR?

1990 yılında Eskişehir’de doğdu. Halen Eskişehir’de ikamet etmektedir. Lise eğitimini Eskişehir Atatürk Lisesi’nde, lisans eğitimini ise Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde tamamlamıştır. Aynı üniversitenin Eğitim Fakültesi’nde Pedagojik Formasyon Eğitimi almış, bir süre öğretmenlik yapmıştır.

Lise ve üniversite yıllarından bu yana birçok gazete, internet sitesi ve dergide şiir, öykü, deneme ve makaleleri yayımlanmıştır. 2018 yılında ise ilk şiir kitabını çıkartmıştır.

Editör: Fatma TUFAN