2. Dünya savaşı, 2 Eylül 1945 yılında sona erdikten sonra savaşı, kazandıkları toprakları ve kendi topraklarının bir kısmını kaybeden Almanya’nın 18.yy. sonlarında başlayıp ve 19. yy. başlarında elde ettikleri ağır sanayi, ticaret ve demir yolu taşımacılığı büyük yaralar aldı.
2. Dünya savaşı, 2 Eylül 1945 yılında sona erdikten sonra savaşı, kazandıkları toprakları ve kendi topraklarının bir kısmını kaybeden Almanya'nın 18.yy. sonlarında başlayıp ve 19. yy. başlarında elde ettikleri ağır sanayi, ticaret ve demir yolu taşımacılığı büyük yaralar aldı. Almanya, tam bir harabeye dönüşürken, nüfusunun büyük bir kısmını kaybetti. En önemlisi de başta Yahudi kökenli Alman vatandaşları olmak üzere yetişmiş bilim adamaları başka ülkelere göç ettiler. 2. Dünya savaşından sonra SSCB'nin beraber hareket ettiği devletler ile arasında anlaşmazlıkların başlaması, doğu Avrupa'yı etkinlik alanına alıp Türkiye ve Yunanistan üzerinde hakimiyet kurmak istemesi, boğazları (Montrö anlaşmasının lehine değişmesini) etki alanına alıp Akdeniz'e (sıcak denizlere) açılmak amacında olması, başta İngiltere ve Fransa olmak üzere batılı devletleri rahatsız etti. ABD'ye İngiltere nota vererek bir an önce önlem alınmasını istedi. Ayrıca kuzey Avrupa devletlerinin de yaklaşan Sovyet tehdidine girmesi ile önce 12 devlet ile 4 Nisan 1949 NATO (Kuzey Atlantik Antlaşma Örgütü) kuruldu. Sonra 18 devletli bir kuruluş haline geldi. 1951 yılında Yunanistan ve Türkiye de bu birliğe alınarak Sovyetler Birliğinin tehdidinden korunmaya alındı.
2. Dünya savaşı darmadağın olan Almanya ya ağır yaptırımlar uygulamaya başlayan devletler SSCB'nin gücü karşısında geri adım atarak Batı Almanya'nın gelişmesine göz yummak zorunda kaldılar. Almanya'nın (1949) nüfusunun 12 ile 14 milyon arası olduğu tahmin edilmektedir. Bir kısmı da Doğu ve Orta Avrupa'da yüzyıllardır yerleşik oldukları yurtlarından sürülen Alman mülteci ve göçmenlerden oluşmaktaydı. Söz konusu kitlesel göç hareketi Almanya'nın oluşumunda etkin olmuştur. Buna bir de Sovyet işgal bölgesinden (sonraki Demokratik Almanya Cumhuriyeti) batıya göç edenleri eklemek gerekmektedir. Ancak bu ilk göç dalgasının sonrakilerden farkı, göçün nedeninin Almanya'nın savaş ve toprak kaybı olması ve göçmenlerin Alman etnisitesine dahil olmalarıydı. Dolayısıyla bu kişilerin toplumla bütünleşmeleri sürecinde yerelde kısmi gerilimler yaşansa da bu süreç, sonraki dönemdeki göç hareketlerine kıyasla hızlı ve başarılı bir biçimde gerçekleşmiştir. Almanya, II. Dünya Savaşı'ndan sonra oluşan işgücü açığını birçok ülkeden işçi alarak kapatmaya çalıştı. 1955'ten itibaren İtalya, Yunanistan ve Portekiz'den işçi alan Almanya, 1961 yılında Berlin duvarının yapılması ve doğu Almanya'dan kaçanların gelememesi ile Türkiye'den de işçi almaya karar vermek zorunda kaldı. Almanya Wirtschaftswunder (ekonomi mucizesi) adını verdikleri ekonomik büyümesini biraz da dışarıdan gelen işçilere borçludur.
Almanya'yı 'misafir işçi' alımına iten neden ve motivasyonları iki başlık altında toplayabiliriz. Bunlardan ilki, iktisadi nedenler: İkinci Dünya Savaşı'nın yıkımından sonra Amerikan Marshall Yardımları sonucu hızlı bir kalkınma ve büyüme dinamizmi yakalayan Batı Almanya, gittikçe daha fazla iş gücüne ihtiyaç duymaktaydı. Bu iş gücü açığını kapatmak için yurt dışından işçi alımına gidildi. Ancak burada bir noktaya işaret etmekte fayda var. Almanya'nın önünde yurt dışından işçi alımı dışında başka bir seçenek daha durmaktaydı: Sanayinin modernizasyonu ve emek yoğunluklu üretimden teknoloji yoğunluklu bir üretime geçiş. Bu yöntem bekleneni karşılar mıydı o ayrı bir tartışma konusu, ancak ikinci bir seçenek olarak mevcuttu.
Almanya'nın Türkiye ile işçi alımı sözleşmesi (31 Ekim 1961) yapmasının ardında jeopolitik düşünceler de yatmaktaydı. Burada işçi alımı ile Türkiye'deki iş piyasasını rahatlatmak ve dolayısıyla NATO müttefikini siyasi bakımdan istikrarlı kılmak hedefi de yatmaktaydı. Türkiye, NATO açısından ve Avrupa'nın güvenliği bakımından önemli olmasa idi, Türkiye yerine başka bir ülke tercih edilebilirdi. Ayrıca o dönem Türkiye, laik bir toplum ve ülke olarak algılanmaktaydı Avrupa ve Almanya'da. Örneğin, Türkiye'ye din perspektifinden bakılsa idi, muhtemelen işçi alım sözleşmesi yapılmazdı.
1955 sonrası gerçekleşen göç hareketleri sonucu Almanya'da hatırı sayılır bir göçmen topluluğu ortaya çıktı. 2018 yılı itibarıyla Almanya'daki yabancı uyruklu nüfus 13,7 milyondur ve bu, toplam nüfusun %16,6'sıne tekabül etmektedir. Toplam göçmen kökenli nüfus ise toplam nüfusun %25,5'ine, yani dörtte birine tekabül etmektedir. Bunların arasında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları 1,33 milyon ile ilk sırada yer almaktadır. Bunları 758 bin ile Polonyalılar ve 655 bin ile Suriyeliler takip etmektedir. Ancak Alman vatandaşı Türkiye kökenlileri de saydığımızda Almanya'daki Türkiye kökenlilerin nüfusu üç milyonu geçmektedir.
Göç, siyasal değişimleri de beraberinde getirmektedir. Almanya bağlamında bunun belki de en önemli boyutu Alman vatandaşlığı yasasının değişime uğramış olmasıdır. 2000 yılında yürürlüğe giren yeni vatandaşlık yasasına göre aileleri belirli bir süreden beri yasal bir biçimde Almanya'da ikamet eden ailelerin yeni doğan çocuklarına Alman vatandaşlığı verilmektedir. Geçmişte kan bağına göre düzenlenen Alman vatandaşlığının, tarihte ilk defa toprak esasına göre verilmesi göçün yol açtığı değişimin bir sonucudur (devamı bir sonraki köşe yazımda…)