Bireyci-küreselci "ilerici neoliberalizm" (Clinton, Blair, Macron, Kızıl-Yeşil...) ile otoriter milliyetçilik arasındaki çatışma, tamamen "imparatorluk" içinde cereyan eden bir çatışmadır. Her iki taraf da emperyal üretim tarzını ve yaşamı bu şekilde sorgulamıyor, tek argüman aynının farklı versiyonları ve onu savunmak için "doğru" strateji üzerinedir.

Bireyci-küreselci "ilerici neoliberalizm" (Clinton, Blair, Macron, Kızıl-Yeşil...) ile otoriter milliyetçilik arasındaki çatışma, tamamen "imparatorluk" içinde cereyan eden bir çatışmadır. Her iki taraf da emperyal üretim tarzını ve yaşamı bu şekilde sorgulamıyor, tek argüman aynının farklı versiyonları ve onu savunmak için "doğru" strateji üzerinedir.

Otoriter milliyetçiliğin açığa vurduğu çatışma dinamiklerinde, her daim emperyal yaşam tarzının özelliği olan bir iç çelişki tam olarak ortaya çıkmakta. Kendi tasavvuruna göre demokratik olan bir toplumun dışlama ve şiddetle diğerlerine üstün geldiği bir yönetim biçimi olarak hiçbir zaman kendi kişiliğiyle barışık olamaz. Tamamen mantıksal ve pratik terimlerle bir emperyal "kale toplumu", hükümdarlığı sürdürmenin siyasi gereklilikleri nedeniyle otoriter bir devlet ve siyaset anayasasına çok daha yakın bir şekilde tekabül ederdi.

Basra Körfezi monarşileri gibi ülkeler adına bu büyük ölçüde birbiriyle tutarlıdır. Zira kaynak temelli bir rant ekonomisini başarıyla işlemenin toplumsal gereklilikleri, statik, hiyerarşik bir toplumsal düzen tarafından kolaylıkla karşılanabilir. Lakin Alman devleti için ihracata dayalı ekonomik yapısının başarılı olmasının koşulları; demokratik benlik imajından kaynaklanan çekincelerden daha büyük bir sorun haline geliyor.

Küresel rekabet içinde faaliyet gösteren şirketlerin geride kalmamak adına sürekli ekonomik ve toplumsal çalkantıları serbest bırakmaya ve sürdürmeye bağımlı olduğu Almanya, diğer endüstriyel-kapitalist toplumlar adına bir ikilem ortaya çıkıyor: Bir yandan başarılı olan, başarılı olandır. Sürdürülebilir karlı kapitalist ekonomi; ticaretin, yeniliğin ve birikimin önündeki engellerin sürekli olarak yıkılmasına bağlıdır. Bu nedenle, en zorlu rekabete maruz kalan, en küresel ağlara sahip sektörlerdeki şirketler, yalnızca mallar adına değil, aynı zamanda işçiler içindir. Öte yandan devletler, küresel eşitsizlik düzeninde ayrıcalıklarını korumak adına, artan bir izolasyon politikası ve hatta daha geniş kapsamlı hareketlilik kısıtlamaları bekleyen nüfuslarının bir kısmının meşrulaştırma baskısı altındadır. Bu durumda (en azından Almanya gibi küresel bir ihracat gücünün ihracata yönelik sermayesi için) eski solun 'Faşizmin arkasında sermaye var!' sözü bugün için artık geçerli değil, hatta ciddi anlamda yanıltıcıdır. Bund der Deutschen Industrie (BDI) ve diğer kurumsal lobi gruplarının son iki buçuk yılda 'kozmopolit' çoğunluğun yanında yer aldığı ve hatta mültecileri Alman iş piyasasına entegre etmek adına geniş tabanlı girişimler başlattığı aşikardır. Bu tür projelerle ilgili başarı raporlarına ek olarak, iş ve işveren derneklerinin web sitelerinde, koruma isteyenlere karşı 'insani yükümlülük' ve hatta solun bir çağrıda bulunduğu 'hoşgeldin kültürü' konusunda uzun uzun taahhütlere yer veriliyor. Bu durum, seçimden sonra da bu gidişat devam edecek: 'Ülkemiz adına ulusal düzeye geri çekilmek söz konusu değil.' Kısacası Alman sermayesinin en güçlü 'hizipleri' şimdilerde AfD'nin otoriter milliyetçiliğinin arkasında olmayıp, onun ilan edilmiş muhalifleri arasında yer almaktadır. Buradaki belirleyici faktör muhtemelen sadece büyük şirketlerin ve ihracata yönelik orta sınıfın bazı bölümlerinin mallar ve yüksek vasıflı uzmanlar adına sürekli açık sınırlar ve ayrıca çeşitli hizmet sektörlerinin büyük bir etnikleştirilmiş olmasıdır. Bir başka deyişle hızlı, ucuz ve genellikle kayıt dışı mevcut işçiler, aynı zamanda ekonominin neredeyse tüm emek yoğun alanlarındaki şirketler için çıraklık pozisyonlarını doldurmak ve böylece profesyonel olarak nitelikli işlere olan uzun vadeli ihtiyaçlarını karşılamak adına artan zorluklar söz konusu. Bununla birlikte, AfD'nin destek gördüğü sermaye fraksiyonlarının da olup olmadığı sorusu ortaya çıkıyor.

Her şeyden önce, AfD'de büyük şirketlerde geçmişi olan bazı milletvekilleri de var. Parlamento grubundan olarak örneğin, Bayer kimyasallar grubunun eski baş avukatı Roland Hartwig'i (KRV eyalet listesi), adı açıklanmayan büyük bir bankanın daha önce departman müdürü olan Volker Münz'i (Baden-Württemberg) ve Uwe Schulz'u (Hesse) içerir. Deutsche Telekom'da "Avrupa Müşteri Hizmetleri Başkanı" olarak çalıştı. Bununla beraber, büyük sanayinin en açık bağlantı hattı olarak örnek olarak sunduğum bazı milletvekillerinin askeri-endüstriyel komplekse sağlam bir şekilde demirlenmesi olarak değerlendirmemiz münkündür. Ayrıca örneğin, Baden-Württemberg Milletvekili Franziska Gminder, diğerlerinin yanı sıra Rheinmetall ve Heckler & Koch adına, ikincisi için çalışan eski bir silah endüstrisi yöneticisi ve yedek kaptanın adamıdır.

G36 saldırı tüfeği ve P8 tabancasının teslimi için Bundeswehr ile sözleşmenin imzalanmasında da yer aldı. Ordudaki 34 yılı boyunca milletvekili Rüdiger Lucassen (KRV), diğer görevlerinin yanı sıra Bundeswehr Genelkurmay Başkanlığı'nda albay, NATO ve Savunma Bakanlığı'nda danışman olarak çalıştı ve günümüzde de halen daha inşaat yapan bir şirketi yönetiyor. Başka bir örnek olarak da; eski bir savaş pilotu ve yedekte albay olan Bavyera'dan Gerold Otten ile grup, aynı zamanda Eurofighter ürünü adına Avrupa silahlanma grubu EADS'nin satış müdürünü de içeriyor. Ek olarak, yakın zamana kadar aktif olan bir dizi eski asker, iki asker ile bazıları yüksek rütbeli olan bir dizi başka yedek asker de söz konusu. Bir yanda otorite ve düzen anlayışlarıyla meclis grubundaki yarım düzine polisle bir nevi birlik oluşturuyorlar lakin her şeyden önce bir sektörün çıkarları; AfD siyasetine, bu partiler aracılığıyla giriyor. Onların bakış açısına göre, artan izolasyonda dışarıdan iyi para kazanabilir. Bununla birlikte, az ya da çok tekdüze bir ekonomik faaliyet alanından gelen sayılar açısından en büyük grup, yukarıda bahsettiğim 'danışmanlar'dır. Yani serbest meslek sahipleri ve kendilerini nasıl tanıtacağını bilen küçük ve orta ölçekli şirketlerin sahipleri, büyük şirketler ve orta ölçekli şirketler ortamında, iddiaya, özel nitelikli hizmetler sunarak; sipariş durumlarından dolayı büyük şirketlerin başarısıyla ilgilenmeleri gerekmesine rağmen, görünüşe göre korumacı politika koşulları altında kendileri için daha iyi umutlar görüyorlar. Muhtemelen daha ucuz yabancı tedarikçilerle daha zorlu rekabeti üstlenmeye hazır oldukları içindir. AB iç pazarı, aynı zamanda iyi eğitimli göçmenler tarafından da rahatsız.

Son olarak, bazı AfD milletvekilleri finans sektöründen geliyor veya finansal konularda yatırımcı, 'analist' ya da yayıncı olarak yarı zamanlı çalışıyor. Muhtemelen, bunlar bilhassa finans sektörünün, kötüleşen devlet nakit durumu ve Euro kurtarma paketinin bir sonucu olarak düşük faiz oranları sonucunda kazançları ciddi şekilde zarar görmüş, yatırım biçimlerinde uzmanlaşmış kesimlerinden insanlardır. Yayınlarından da anlaşılabileceği üzere, öncelikle mali ve ekonomik politikaların yeniden ulusallaştırılması ve Euro'nun kaldırılmasıyla ilgileniyorlar. Zira bunun kendilerine daha önceki iş modellerine dönme şansı vermesini bekliyorlar.

AfD seçmenlerinin aksine özellikle bu gruplar, seçtikleri temsilciler (ve geldikleri sermaye fraksiyonları arasında, silah sanayi hariç, oldukça az olan) arasında hiçbir şekilde yalnızca bir 'kültürel'e sahip değildir. Ancak öncelikle "hiçbir şeyin değişmediği", evet, son on yıllardaki değişikliklerin mümkünse otoriter araçlarla tersine çevrildiği gerçeğine çok maddi bir çıkar sağlamaktadırlar. Parlamento gruplarından bazıları gerekli ekipmanı ve teknik bilgiyi kendileri sağlamaya istekli olacaktır. Bu, AfD'nin ortaya çıkışıyla başlayan siyasi çatışma hattının yalnızca nüfus içindeki bir çatlağı değil, aynı zamanda devlet, iş çevreleri içindeki Alman ekonomik ve sosyal modelinin geleceği hakkında bir anlaşmazlığı da temsil ettiğini açıkça ortaya koyuyor.

İş birliklerinin tecride ve ırkçılığa karşı gösterişli konumu, temelde "ilerici neoliberalizm" terimiyle oldukça yerinde bir şekilde özetlediği şeyi ifade ediyor. Tutarlı bir şekilde piyasayı hedefleyen, ekonomik ve sosyo-politik açıdan liberal, Avrupa yanlısı politikalar söz konusu. Kıtanın iç kesimlerinde özgürlük ve eşit fırsatlara bağlı olan, performansla ilgili olmayan kriterlere dayalı ayrımcılığa, toplumsal açılıma ve çitler, sahil güvenlik ve reddedilen vizeler gibi tatsız, kaçınılmaz işlere karşı mümkün olduğunca gözden uzak (arka planda sessizce yapmak veya yaptırmak) yasaklandı. Buradaki mesele "solun" sermaye tarafından "kendisine alınmasına" izin verdiğini ima etmek değil (elbette BDI'nin solcu siyasi güçlerle hiçbir ilgisi yok) ama sadece geleceğin Alman sermayesinin büyük çoğunluğu, bir "hoşgeldin kültürü" ve belirli ayrımcılık biçimlerinin "içeride" ortadan kaldırılması konusunda aydınlanmış bir kişisel çıkara sahip. Böyle bir politikayı başarılı bir şekilde sürdürmek adına solculara hiç ihtiyacınız yok, sadece seyahat özgürlüğünden ve ortak para biriminden eski otoritelerden, ulusal boyuttaki fantezilerden daha fazlasını elde edebilecek nüfusun çoğunluğuna ihtiyacınız var.

İlerici neoliberalizm, esnek kapitalizmin, tüm üretim girdilerinin (iş dahil) çok küçük parçalara bölünebildiği ve eşzamanlı olarak koordine edilebildiği bir "emperyal yaşam tarzı 3.0"ın sosyal modeli olarak uygulanması için tamamen uygun siyasi programdır. Dışlama yalnızca istenmeyen olarak kabul edilir. Yıkıcı faktörler, istenen pürüzsüz birikim dinamiklerini engeller.