KÖHNE bir barakada çay satıyordu. 
Yolumu sık düşürmeye çalışır bir kenara siner olan biteni izlerdim.
Şimdi yıkılarak yerine kocaman betonarme devasa bir binanın yapıldığı bu mekânın kendince bir çekiciliği vardı benim için. Böyle söylemem sebepsiz değil zira halime agah olması için yanımda götürdüğüm birkaç arkadaş aynı lezzeti almamışlardı.

İNCİ gibi bembeyaz sakalları vardı ve neredeyse göbeğini kapatacaktı. Bunu destekleyen dalgalı saçlarıysa kendisine bambaşka bir hava katıyordu.
Gözleri iriydi. Kaşlarının ise maşallahı var dedirtecek kadar gürdü. 
Vücudu yapılıydı. Elleri iri ve parmakları uzundu.
Sonradan bana da kısmen bulaşan bir özelliği vardı ki, o da gümüşe olan düşkünlüğü idi.
İki elinin tüm parmaklarında dökme olmayan özel tasarlandığı hemen kendisini gösteren özel kesim yüzükleri vardı. Çorapsızdı her daim ayakları. Sandalet gibi bir şey giyerdi yaz kış.
Üzerindeki inceden ince şile bezine benzeyen hususi desenler barındıran renk renk uzun gömleklerinin dikkat çekmemesiyse imkansızdı.
En çok dikkatimi celbeden ise alnıydı. Dünya haritasını andıran çizgilerinin çokluğu konuşuyordu ben dilini anlamıyor olsam da…

BAYRAM arifesiydi. Terkedilmiş gibiydi İstanbul…
Her yanı tablo ve dünyanın pek çok yerinden toplanmış müzayede ürünleriyle bezenmişti. Kendini bir müzedeymiş hissine kaptırmamak imkansızdı. Dışarıdan köhne bir baraka duygusu veren mekânın içeriden farklı görünmesi her zaman görünenin ötesinde derinlikler olabileceği fikrine ta o zamandan taşımıştı beni. 
Fırsatı değerlendirmek için tabureyi çekip dizinin dibine iliştim ve alnının kıvrımlarına bıraktım kendimi. Fark etti ve yakalandık.
“Onlar benim sahip çıkmaktan onur duyduğum acılarımdır Erenler” dedi.
Sarsılmadım desem yalan olur, sarsıldım. Ciddi biçimde hem de…
Bunu da yakaladı ve bana miras olarak şu cümleyi bıraktı o tenhalıkta: “Acılarına sahip çık.”

HAKLIYDI.
Acı, açı kazandırıyordu misafir olduğu insana…
Yeter ki, doğru yerden bakabilsin, uçlara savrulmasın ve şakileyi düzgün tutabilsin.
Zor ve acı yaşam tecrübeleri insanı bilgeliğe taşıyordu.
Lazım olan ise acı veren güçlüklerden huzur güllerini derebilmekti.

ACI kişiyi düşündürtüyor. Tekrar baktırıyor hadiselere…
Muhasebe yapmayı zaruri kılıyor. Bu ise zorlu kış mevsiminin ardından bahara erişmekle eş değer bir kıymet. 
Acı bir vesileler zinciri hayatın değerini ve önemini kavramak isteyenlerin elinde. Yaşama derin anlamlar yüklemeye fırsat veriyor.  
Bir hediye… İçinde türlü olumlu sürprizleri barındıran…
Şu şartla ki, düşünce yetisini kaybetmesin. 

ACI ilişkileri yeniden doğru bir düzlemde kurma kapılarını aralıyor. 
Bozulmamış benliğine yani fıtratına dönüp tekrar onunla tanış olma ihsanını barındırıyor.
Kişi acıya verdiği anlamla hayata mana yüklemesi yapabiliyor. Amacını düzenliyor.
Duygusal ve ruhsal dinginliği için Rabbimizin muhteşem ikramı… 

AKILLI olanlar acının dönüştürücü gücünü sahih istikametlere yönlendirebildiğinde zor ve zahmetli zamanların tatlı ve doyurucu yemişlerini heybesinde bulunduruyor. 
Sevgiyi yeniden tanımlayabiliyor, onun gücünü tekrar keşfedip sevilmenin engin limanlarında kendisini huzurun kollarına bırakabiliyor. 
Şefkati düşündürüyor, merhametin gölgelendiren kanatlarının altına sığınabiliyor. Yanlış savunma mekanizmalarını tahlil edip bunları kazançlı yöne çevirebiliyor. Yani acı sevinci billurlaştırıp netleştiriyor. Flu olmaktan kurtarıyor. 
Kalbini çalıştırabilenler acının içinde mündemiç olan lezzeti fark ettiklerinden bundan azami oranda yararlanmayı seçiyorlar. 

ACIYI yudumlayanlardır hoş ve iyiye hayatındaki en itinalı yeri ayıranlar. Azabın körelten dişlilerinden canını kurtarmak elbette kolay değil. O sebeple ödülü de kıymetli. 
Acının torpil yapmayan sağlam bir öğretmen olduğu kavrandığında kişinin tutumu da buna göre şekilleniyor elbette. Acılarına sahip çıkıyor ve hayallerinin çalınmasına izin vermiyor. Umutlarının söndürülmesine bigâne kalmıyor. 
İhtiyar haklıydı, evet.
Bizi olgunlaştıran tek sermayemiz olan acılarımıza sahip çıkmalı hatta onu sevmeliyiz.
Ya Selam.