“Umudumuz Şaban” filminde, Kemal Sunal’ın canlandırdığı Şaban karakterine,
“Tek umudumuz sensin Şaban, seni muhtar yapmak istiyoruz!” diye alkış tuttuklarında, kürsüye çıkarak yaptığı meşhur bir konuşması vardır:
“Şimdi ben buraya neden çıktım? Niçin çıktım? Nasıl çıktım, bunu izaha gerek yok. Gördünüz, yürüdüm çıktım. Ama çıkmamış da olabilirim. Çıkmışsam çıkmışımdır, çıkmamışsam çıkmamışımdır. Görünen köy uzakta değildir. Buraya çıktık da çıkmadık mı dedik? Bunlar bir takım uydurma laflardır.
Sahi ya, ben buraya neden çıktım?
Kim çıkardı ulan beni buraya?”
Garibim, asgari ücretin hali de günümüzde Şaban karakterinden hallice.
Herkesin bir anda umudunu, kurtuluşunu asgari ücrete bağlarcasına günlerdir sitemlerle gündeme getirdiği asgari ücretin iç sesi:
“Konu ekonomi ise, ekonomiyi düzeltecek olan ben miyim? Yoksa bozacak olan mı benim? Ben bu gündeme nasıl geldim, niçin geldim? İzaha gerek yok. Kurtarıcıysam kurtarıcıyımdır, kurtarıcı değilsem kurtarıcı değilimdir. Görünen ekonomi pek de benle alakadar değildir. Ekonomiyi kurtardık da sonra kalktık kurtarmadık mı dedik? Bunlar bir takım uydurma laflardır.
Sahi ya, bu ekonomiyi ben neden kurtarayım?
Kim dedi ulan ‘asgari ücret kurtaracak’ diye ülkeyi?”
Peki, peki… Sen sakin ol, Asgari Ücret kardeş. Ben izah edeyim senin yerine ahvali.
Hadi soralım akıllardaki şu meşhur soruyu:
Asgari ücret çok mu artırılmalıydı?
Cevap: Eğer çözüm çok artırılması olsaydı, evet artırılmalıydı.
Doğru soru şu:
Çözüm çok artırılması mıydı?
Eğer çok artırılsaydı, bu bir çözüm olur muydu?
Evet kardeşler,
Pahalılıktan herkesin ciğerinin yandığı bir süreçten geçiyoruz. Bir şeyler değişsin ve bu değişim geçimimizi kolaylaştırsın istiyoruz.
Son dönemde tek değişmeyen gündemimiz:
Her şeyin pahalılığı, geçim zorluğu, yaşamın meşakkati.
Zamları fırsat bilen, depolarına ürün stoklayan market zincirleri…
Artık bir yerden bir yere gitmenin zulüm haline geldiği yakıt ücretleri…
Bir maaş kadar kira fiyatları…
Geçtiğin köprüden dahi para kesilen, oturduğun yerden bile ayı “pata küte” geçirdiğimiz bir dönemden geçiyoruz.
Her gün dilimden geçim zorluğu çeken tüm kardeşlerime dualar dökülüyor. Bu işin sonu nasıl bir yere varır, ne görebiliyoruz ne bilebiliyoruz.
Bir girdaba sürükleniyoruz.
Bir sorunumuz var, evet. Şifasını arıyoruz. Ancak acaba bu şifayı doğru yerde mi arıyoruz?
Geçimimizi kolaylaştıracak şey sizce asgari ücretin yükselmesi mi?
Yoksa daha köklü değişimler mi?
Ortada bir hastalık var, besbelli. Peki bu hastalığın şifası asgari ücrette mi?
Kardeşler,
Çözümü sadece asgari ücrette aramak, böbrek rahatsızlığını çözmek yerine dışarıya vuran ateş semptomuna takılmaktan başka bir şey değildir.
Hiperglisemi olan birinin şifası, şekerinin daha fazla yükseltilmesi mi, yoksa diyabetine çare aranması ve dengede kalması mıdır?
Bugün asgari ücretin çok yükseldiğini hayal edelim. 32 bin TL oldu diyelim.
Ne olurdu?
Hadi gelin, beraber uyanacağımız Türkiye’nin tablosunu çizelim:
17.002 TL olan asgari ücretin %88 zam ile 32.000 TL olduğunu farz edelim.
• Serbest piyasa, her şeye %88 zam yapma hakkını ilk elden kendinde bulacaktı.
• Hiç kiraya verilememiş evlerin “başlangıç kira fiyatı”, bu zamdan arka alarak en düşük 25 bin TL’den 32-35 bin TL bandına çıkarılacaktı.
• Gıda, tekstil ve diğer endüstriler çalışan istihdamına güç yetirmek için ürünlerine fahiş bir zam oranı uygulayacaktı.
• Zaten cep yakan iletişim operatörleri, bir o kadar milleti zamma maruz bırakacaktı.
• Toplu taşıma ve yakıt giderleri keza bir o kadar zamma uğrayacak ve bize verilen o %88 zam ertesi gün bir bakmışız, cebimizden uçmuş gitmiş olacaktı.
Üstelik çalışan maaşlarına güç yetiremeyen işverenlerin işçi çıkarması, ve şu ekonominin üzerine birde işsizlik oranlarının yükselmesi cabası, kepenk kapatan şirketler ve küçük esnaflar gönül ağrısı, beraberinde gelen işsizliğin ve yetersizlik hissinin getirdiği psikolojik buhranlar toplumun nasırı haline gelecekti.
Bugünkü durumumuz bu tablodan farklı mı?
Değil. Kötü! Ancak ben kötüsünden bahsetmiyorum kardeşim… Ben kötünün kötüsünden ve kötünün çözümünden söz ediyorum. Bugün aradığımız çözüm, zaten problemin habercisi. Ancak bugün ki problemimizin çözümünü yanlış yerde aramamız problemin ta kendisi.
Biz yıllar evvel 2 bin TL ile hem kirasını, faturalarını hem de krallar gibi yemesini, içmesini ve vesair giderlerini karşılayan, bir de üzerine kenara üç beş altın koyabilen bir millettik. 2022 ve 2023’te bir yıl içinde iki zam olmasına ve bu zam oranının 2022’de toplamda %80, 2023’te toplamda %88 olmasına rağmen niçin düzelmedi? Niçin tam tersi gittikçe alım gücü daha fazla düştü? Madem çözüm asgari ücretti, asgari ücret niçin bu sorunu yıllardır düzeltemediği gibi yara bandı olmaktan öteye geçemedi?
Çünkü o bir yara bandıydı…
Çünkü mesele esasında asgari ücret değildi.
Tam tersi, ani gelir artışları enflasyon sebeplerinden biriydi. Yalnızca kritik geçiş dönemlerinde kısa vadede alım gücünü artırmak için kullanılabilirdi; ancak başlı başına yeterli olamazdı ve sürekli tekrarlanması daha farklı krizlere kapı aralardı. Asgari ücret yalnızca bir ağrı kesici, semptom azaltıcıydı. Dozunda yapılırsa şifa, dozunu aşarsa veba bile olabilirdi.
Enflasyon ile söze başlayarak ısıtılıp ısıtılıp önümüze konan meseleleri derinleştirmeyeceğim bugün. Enflasyondan daha beter bir beladan bahsedeceğim. Öyle bir bela ki vergilerden daha çok can acıtan, halkın devletten önce, devletin halka yansıttığı vergiden önce en evvel dönüp hesabını kendisine sorması gereken bir vebadan bahsedeceğim!
“Büyük şirketlerin tekelleşip fiyatları manipüle etmesi ve serbest piyasanın kamu yararını gözetmemesi.”
Üzerine yeminler edilebilecek kadar hakikat ki:
“Bizim bizden daha büyük bir düşmanımız yok!”
Biz halk olarak kendimizi toparlamaz ve içinde bulunduğumuz ahlaki çürümeyi durduramazsak devlet isterse kendisini yırtsın, hiçbir şey kâr etmez.
Serbest piyasa ve tekelleşen firmalar hizaya girmedikçe bu halkın gözünden yaş, cebinden borç eksik olmaz!
Bugün serbest piyasa tarafından en çok manipüle edilen kira fiyatları, en çok can yakan, bel büken husus değil midir?
Kaç yıldır kirayı kontrol altında tutmak için devlet tefe tüfeyi yüksekten belirlemedi de ne oldu? Bu manipülasyonun önüne geçebilmiş midir? Halk, kendi üzerine düşen “kamu yararını gözetme” sorumluluğunu yerine getirebilmiş midir?
Ev sahipleri (vicdanlı olanlar müstesna) kendi istediği miktarı ödemeyen, devletin belirlediği miktar kadar zam yapan kiracısını rahat ettirdi mi? “Ödemeyeceksen çık kardeşim, boşalt evimi” demedi mi? Devlete az kira geliri gösterip fazlasını elden verdirip vergi kaçırmadı mı? Oğlum/kızım taşınacak bahanesiyle evden çıkartıp başkasına evi yüksekten kiraya vermedi mi?
Devletin sorumlu olduğu kadar içinde bulunduğumuz şu rezillikten halk hiç sorumlu değil mi? Hayatımızın içinde en çok can yakan alanlar “serbest piyasa” alanları değil mi? Gıda sektörü, tekstil sektörü, kira sektörü, inşaat sektörü, serbest piyasanın vesaire kolları değil mi? Peki bu sektörü kimler yönetiyor? Bu sektörün acımasız atılımlarının müsebbibi kimler? Krizi kendilerince kârlarına çevirmeye gayret eden, milletinin kamburu üzerinde tepişen lobiler!
Devletin de burada yapması gereken şey lobiciliği bitirmek; bu piyasalarda oluşan kısa vadeli kâr odaklılığından doğan uçurumlu dalgalanmalara ciddi yaptırımlar getirmektir. Kamu yararı için tanınan hakların kamu zararına döndürülmesine yönelik istismarların önüne geçmektir. Ve bir zahmet fahiş vergi oranlarını ideal seviyeye indirgemektir!
Yine bir ikinci sebep, pahalılığa neden olan arz ve talep fazlalığından oranların korunamamasıdır.
Kardeşler, fiyatların düşmesine sebep olacak olan etken yine bizim dur durak bilmeyen “tüketme çılgınlığımızın son bulmasıdır” Biz, bayramdan bayrama yeni kıyafetlerin alındığı, bir şey bozulduğunda yenisinin alınması yerine tamir edildiği, bir eşyanın varsa ikincisinin israf görüldüğü bir dönemden; sırf nefsî bir doyum sağlamak için tatminkâr alışverişlerin yapıldığı, sırf yenisi alınması için bozulmasının bile beklenmediği, bozulsa bile kesinlikle tamir edilmediği bir döneme gelmedik, sürüklendik! Bir ürün ne kadar talep edilirse o kadar fiyatı yükselir, ne kadar talep azalırsa satış sirkülasyonu için o kadar ürün fiyatı geriye çekilir. Bugün her şeyin bu kadar pahalılaşmasının bir sebebi de fahiş bir israf ve talepkâr bir toplum olmamızdır.
Tüketim, tabi ki ekonomik denge için mühimdir; ancak üretim ile tüketim dengede kalmaz, sadece tüketim kefesi şişirilirse ve tüketim israf boyutuna gelirse bu da ekonomiksel bir zehirdir.
Bugün talep enflasyonunun sebeplerinden biri “aşırı talep,” diğeri ani gelir artışıdır.
Hane gelirlerinin ani bir şekilde artması, fiyatların ani bir şekilde yükselmesine sebep olur. Bu da enflasyona neden olur.
Maliyet enflasyonunun bir sebebi hammadde, diğer sebebi işçi maaşlarının artışıdır ki asgari ücretin çok fazla yükselmesi işçi maaşının ani artışı anlamına gelir. Bu da otomatik olarak fiyatları yükseltir.
Yine bir diğer enflasyon sebebi, ithalata olan bağımlılık ve ihracata yönelik yüksek talebin bir arada bulunmasıdır. İhracata olan talep fazlalılığı, ülke içindeki üretimi dışarıya aktarırken iç piyasanın arz talep dengesini bozarak insanları ithalata yönlendirir ki bu da her iki cihetten fiyatların yükselmesine neden olur. Yine burada çuvaldızın ucu bize dokunur.
Peki hocam, devlete dokunan tarafı yok mu? Olmaz olur mu? Tabii ki devletin hataları, ekonomi üzerinde halkın bireysel hatalarından daha büyük ve etkilidir. Haddinden yüksek vergiler, kötü yönetilen ekonomik politikalar, aşırı para basımı, yanlış yönetilen faiz politikaları, yine en büyük israfın döndüğü devlet daireleri ve birçok etken… evet var. Ancak çoğu kişinin dillendirmekten imtina ettiği bir hakikat var ki biz de sütten çıkmış ak kaşık değiliz.
Suçu hep devlete atmak, işin en kolay sıyrılma yöntemidir. Zor ve iyileştirici olan, devletin hatalı politikalarına batırdığımız çuvaldızı biraz da kendimize bakan yöne batırıyor olmaktır. Ortada bir cenaze varsa bunu kaldıracak olan tek bir omuz değil, “omuzlar ve vicdanlı yüreklerdir.” İsrafın haram kılınışının hikmetini bugün iliklerimize kadar hissettiğimiz bir süreçte “Sen ne büyük bir Rahmansın Ya Rabbi!” demekten kendimi alıkoyamıyorum.
İsraf eden, üreten değil sürekli tüketen, halkına acımayan, lobileşen, serbest piyasayı serbest bırakmayıp istismar eden, lüks çılgınlığı dur durak bilmeyenlere çuvaldızı batırdıysak, sıradaki çuvaldızı da Allah’tan korkmayan, parasını faize yatıran vatandaşımıza batıralım.
Kartları dağıtırken adil olalım. Kendi payımıza düşeni de karşı tarafın eline tutuşturmayıp yeri gelince hatalarımızın sorumluluğunu da alalım.
Bakın, faize parasını yatıran ve faizde işleten bir vatandaşın devlete ve millete verdiği zararın yalnızca yüzeysel kısmından bahsetmek istiyorum.
Allah’tan korkmayan bir toplum, devletin ve milletin çıkarlarını düşünür mü? Pek sanmıyorum! Ancak en çok zarar verenler, ağzını gere gere her fırsatta ekonomiden çok güzel dem vuranlar, onu iyi biliyorum.
Bir kimsenin parasını faize yatırması, piyasaya adeta balyozla vurması demektir. Piyasa dolaşımındaki parayı azaltır. Ekonomide durgunluk yani resesyona sebep olur. Girişimcilik körelir, zaten kanayan yaramız olan üretimsizliği artırır, bizi tüketen bir toplum haline getirir. Bu durgunluk, ekonomik büyümeyi ve istihdamı engeller. Faize para yatıran kimse sadece kendisine ve ahiretine değil, devletine ve milletine de zarar verir.
Rahman boşuna faizi haram etmemiştir.
Bizim başımıza gelenler, yine ellerimizle yaptıklarımız sebebiyledir. Kimi faizin faydalı olduğu tezini savunarak meşrulaştırmaya çalışsa da ben zarardan başka bir şey göremiyor ve “Allah haramda şifa yaratmamıştır.” diyorum. Ve “faize bulaşan herkes, ortaya çıkan bu maddi ve manevi hastalığın müsebbibidir.” diyorum.
Herkes birbirine millet bağı ile bağlıdır. Asılan koyun yalnızca kendi bacağından asılmamış, kokusu tüm beldeye yayılmıştır. Eğer gerçekten köklü bir değişim ve gelişim istiyorsak, sadece devletten değil biraz beklenti pusulamızı kendimize ve milletimize yöneltmeliyiz.
Şu ayeti kerime adeta tüm boşvermişliğimizi, görmezden gelmişliğimizi, duymazdan gelmişliğimizi yüzümüze tokat gibi vurmaktadır.
“İnsanların kendi elleriyle işledikleri (günahlar) yüzünden karada ve denizde (kuraklık ve hastalıklar yaygınlaştığı için) düzen bozuldu. Allah, (yaptıkları) bazı amellerine karşılık onları cezâlandırır. Umulur ki onlar tevbe ederek Allah’a dönerler.” (Rûm Sûresi: 41).
Ve yine kulaklarımda çınlayan bir hadis-i kudsi’dir:
“Ben Allahım! Meliklerin Melikiyim, bütün melik (yönetici)lerin kalpleri ve perçemleri benim elimdedir. Eğer kullar bana itaat ederse, o melikleri onlara rahmet (acıyıcı) kılarım. Eğer kullar bana asi olurlarsa, o melikleri onlara azap (vesilesi) kılarım. Öyleyse padişahları kötülemekle meşgul olmayın, fakat Bana tövbe edin (ta ki) onları sizin üzerinize merhametli kılayım.” (Tirmizî, Daavât 83, 3498. h.)
Çok tefekkür etmişimdir.
Biz salih olursak mı Mevla yöneticilerimizi salih kılar? Yoksa yöneticilerimiz mi salih olursa halk salih olur? diye.
Yıllar sonra anladım ki yönetici halkın içerisinden seçilir. O halde bu hadis-i kudsi de zikredildiği gibi, eğer halk salih olursa, halkın yetiştirdiği yönetici de salih olacak. Halk tevbe ve ibadet ehli olursa Mevla o halkın yöneticilerine firaset ve istikamet ihsan edecektir.
Adamın biri demiş ki “ben dünyayı düzelteceğim”
Yıllarca uğraşmış, gayret etmiş bakmış ki olmuyor “ben kendi ülkemi düzelteyim” demiş.
Kendi ülkesini de düzeltememiş.
Demiş ki “ben kendi şehrimi düzelteyim”, o da olmamış.
“Mahallemi düzelteyim” yok.
“Ailemi düzelteyim” o da yok.
Düşmüş ölüm döşeğine
Ahh!! diye inlemeye başlamış.
“Eğer ben kendimi düzeltseydim, ailem düzelirdi. Ailem düzelseydi, mahallem düzelirdi.
Mahallem düzelseydi, ülkem; ülkem düzelseydi dünya düzelirdi!”
Yani kardeşler söz dönüp dolaşıp o baharı başlatan çiçek olmaya geliyor.
Ona yönelmekten, günahlarımızı itiraf edip halisane bir şekilde tevbe etmekten gayrı yolumuz yok. Merhametten, vicdandan, terazimizi doğrultmaktan gayrı yolumuz yok.
Kurtuluş, onun ipine sarılmaktadır.
Kurtuluş, kalbimizi asıl sahibine yöneltmektedir.
Kurtuluş, evim dediği kalbimizin içerisini sahibinin sevmediği tüm kirlerden ve irinlerden temizlemektir.
Baharın başlangıcı senin bir dolu gözün de, bir tevbe sözün de olabilir.
Varlığını küçümseme sen bu ümmet ve devlet için değerlisin.
Kendini eksik mi görüyorsun?
Nice evler yapılırken nice yarım tuğlalara ihtiyaç olur bilir misin?
Müminler bir bina gibidir. Bir bedenin azaları gibidir.
Bu bedende bir hücreyim ne olur? deme.
Bir hücreden sebep bir beden kanser dahi olur.
Bu günlerin geçmesi, bu geçim sıkıntılarının, bu meşakkatlerin bitmesi senin iki dudağının arasında olabilir. Eğri tuttuğun bir işi doğrultmanla olabilir. Ev sahibiysen kiracına merhamet etmenle, iş sahibiysen terazini doğru tutmanla, aşını işini faizden temiz tutmanla olabilir.
Ümidinizi kesmeyin, fakat tepenize o azap inmeden önce de tevbe edip Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun. Aksi halde kimseden yardım göremezsiniz.” (Zümer Suresi 54. Ayet)