Sadece Natüralizm mi Yoksa Yapılandırmacılık mı? Koşullardaki bu değişiklik başlangıçta eski modernistleri ve diğerlerini şok edebilir, ancak aynı zamanda modernistler için de avantajları vardır! Çünkü bu sefer kendilerini gerçekten hayal etme, savaşma, kayıpları göze alma ve aynı zamanda kazanma fırsatına sahipler!
Sadece Natüralizm mi Yoksa Yapılandırmacılık mı?
Koşullardaki bu değişiklik başlangıçta eski modernistleri ve diğerlerini şok edebilir, ancak aynı zamanda modernistler için de avantajları vardır! Çünkü bu sefer kendilerini gerçekten hayal etme, savaşma, kayıpları göze alma ve aynı zamanda kazanma fırsatına sahipler! Bu sefer doğru… Aslına bakılırsa, ülkeler gelecekteki ortak dünyayı bir araya getirme konusunda otomatik olarak dezavantajlı duruma düşmeleri için hiçbir neden yok. Ancak bu arada uygarlaştırıcı ve modernleştirici kibirlerinden pişmanlık duymaya ve kendilerini kırbaçlamaya geçmezlerse… Zira geçmişteki suçlara dair umutsuz suçluluk yolculuğu onları hiçbir yere götürmeyecek ve affedilmeyecekler. Tekrar ediyorum; Bu diyalogla, hoşgörüyle, suçluluk duygusuyla ya da bağışlamayla ilgili değil… Lakin savaş, müzakere, diplomasi ve barış inşası hakkında kendini kınamak; baskısı yükleri kendi omuzlarında taşımak, yalnızca ortak dünyayı tanımlama gibi imkansız bir göreve devam etmek anlamına gelir… Her daim kendi benliği aracılığıyla lakin herkesin adına, başkalarının etkisi olmadan; birbirlerine yetki verilmesi elzem. Nasıl ki hiç kimse modernleştiricilerden kendilerini evrensel barış yapıcılar olarak düşünmelerini istemediyse bugün de kimse onlardan kendilerini evrensel kötü adamlar olarak düşünmelerini istemiyor. Onlardan tek bir şey bekleniyor: evrenselliği artık kendi yerleşik bölgeleri olarak görmemeleri ve savaş bittikten sonra bu konuda müzakerelere nihayet karar vermeleri…
Onlardan istenen şey, bir zamanlar üstlendikleri -ister altın, ister Tanrı veya bilim tarafından başlatılmış olsun- şiddet, açgözlülük, ticaret, fetih, misyonerlik, bilgi ve yönetim yoluyla başkalarıyla temasa geçmek için üstlendikleri girişime nihayet layık olmalarıdır. Evrensellik çabalarından vazgeçmeleri bile istenmiyor, zira artık tüm halklar kendilerini; diğer dünya savaşının, ortak alanın inşası konusundaki bu temel metafizik savaşın içinde buluyorlar.
Unutmamalı ki rasyonellik ne kadar hassas görünürse görünsün; rasyonalistin kısa vadeli aklının diplomatın uzun vadeli aklıyla desteklenmesi gerekir. Elbette diplomatlardan sıklıkla nefret edilir, arka perdede, 'pespaye tavizler' vermeyi kabul eden potansiyel hainler olarak görülürler lakin onların lehine olan şey, sahadaki güç dengesi görünür hale geldikten sonra işe (Polis operasyonlarında olduğu gibi önceden) gitmeleridir…
Diplomatlar karşı tarafın mantıksız olduğunu ve disipline edilmesi gerektiğini söyleyebilecek bir baş hakemin, hiçbir hakemin olmadığını bilirler. Çözüm bulunacaksa burada, taraflar arasında, onlarla birlikte, burada ve şimdi olmalı... Rasyonalistlerin barış görüşmelerinin nasıl organize edilebileceğini bilmemesi gerekirken, onları "arkaik" ve "irrasyonel" olarak görüyorlar. "Mantıksız" olarak etiketlenenlerin katılmasına izin vermese bile diplomatlar; Carl Schmitt'in söylediği üzere, barış görüşmeleri sonuçlandıktan sonra pekala müttefik haline gelebilecek ilan edilmiş düşmanlar arasında müzakerelerin nasıl organize edileceğini çok iyi biliyorlardı.
Diplomatların en büyük özelliği, sonuçta sadece rakiplerinin değil, aynı zamanda kendi halklarının hedeflerini de tam olarak bilmemeleridir. Sahip oldukları tek manevra alanı, kapalı kapılar ardında müzakere için çok küçük bir alan olması üzerinedir. Sonuçta çatışan taraflar uğruna savaştıkları unsuru biraz değiştirmeye istekli olabilirler.
Eğer çatışmayı rasyonalist modernleşmeciler ile arkaik ve muhalifler arasındaki çatışma olarak düşünecek olursak, elbette savaş olmaz lakin o zaman barış da mümkün olmaz.
Müzakereler henüz başlayamıyor bile... Akıl hiçbir düşmanı tanımaz. Lakin eğer tartışma farklı ortak dünyaların savunucuları arasında gerçekleşirse sonuç tamamen farklı olabilir. O zaman diplomatlar, kendi savaş amaçları da dahil olmak üzere, tarafların savaş hedeflerine ulaşmanın farklı yolları olduğunu fark etmeye başlayabilir. Eğer doğaya tapınmanın onları ulaşılmaz kıldığı gösterilirse, modernleşmecilerin en önemli hedeflerine ulaşma yollarını değiştirme konusunda isteksiz olacaklarını hiçbir şey önceden kanıtlayamaz. Aynı zamanda, barış tekliflerini formüle etmek gerekirse de kendilerini eskisinden daha kibar bir şekilde tanıtmak, konuşmaları daha az ters etki yaratan bir şekilde başlatmak adına, örneğin eski modernistler, jus natüralizm ile jus yapılandırmacılık arasında bir ayrım yapabilirler. "Doğal hukuk" ifadesi öncelikle hukuk teorisinde kullanılır, ancak bu "yasa"yı sözde doğa yasalarını da içerecek şekilde genişletirsek, bir bütün olarak modernist çözümü mükemmel şekilde tanımlamak için de kullanılabilir. Örneğin, dışarıda, kültürel özelliklerin çeşitlilikleri içinde yargılanabileceği, gerekli yasalara göre ve ona karşıt olarak değerlendirilebilecek bir doğa vardır. Lakin modernistlerin tek geleneği jus naturalis değildir; onların yapılandırmacı diyebileceğimiz, neredeyse çelişkili, çok daha zengin bir geleneği daha vardır. Etimolojilerinin de gösterdiği gibi gerçekler de gerçektir, üretilmiştir; fetişler, tanrılar, değerler, sanat eserleri, manzaralar, siyasi arenalar ve uluslar da öyle… Ancak ilk bakışta inşaa kavramı pek çekici görünmüyor, çünkü modernizmin temel eksikliklerinden birinden muzdarip…
Eğer yapılandırmacılığı bu yeni (çok eski) olumlu anlamda anlarsak, hiçbir karşıtlığı olmayacaktır. Doğa kavramı kültür gibi karşıtlıkları da beraberinde getirirken, inşaa kavramı da karşılıklı anlayışla başlamak adına ortak bir dil olarak kullanılabilir.
Masanın her iki tarafından da (eğer gerçekten bir masaysa) şu ses duyulur: "En azından bir şey kesin olabilir: Dünyalarınız bizimki kadar iyidir, bilimleriniz bizimki kadar iyidir…" Diplomatlar için asıl soru artık 'Onları nasıl garanti altına alıyorsunuz?' idi. İyi inşa edilmişler mi?" Müzakerelerin başlayabileceği yer burasıdır: Doğru üretim yöntemleri sorunuyla. Bu noktada yas başlamalı, yas işi başlamalı çünkü artık dünyalılar en yüksek erdem olarak gördükleri şey olmadan idare etmek zorundalar. Bir kayıpla yüzleşmeleri gerekir; dışsal bir doğaya başvurarak onay alma yeteneklerini kaybederler. Ancak yakından bakıldığında durumun tam tersi olduğu görülür: Tanım gereği doğa konusunda hiçbir anlaşmaya varılamaz, çünkü gördüğümüz gibi "doğa" terimi, doğanın yavaş bileşimi konusunda kademeli bir anlaşmayı önlemek için tasarlanmıştır.
Doğayla birlik artık tehlikede değil ve artık müzakere edilmesine gerek yok. Doğa tartışmaya girdiğinde, diğerlerinin onun hakkında yalnızca öznel ve taraflı fikirleri olur. Eğer bu fikirlere bağlı kalmakta ısrar ederlerse, kesinlikle mantıksızdırlar. Öte yandan, eğer tanrılar, insanlar, nesneler ve dünyalar "inşa edilmiş" varlıklar, yani başarısız olabilecek varlıklar olarak kabul edilirse (inşaa terimi başka bir anlama gelmez), o zaman belki de tüm bunları yeniden formüle etmek için barış görüşmelerini yeniden başlatma fırsatı olabilir. Son on yıllarda meydana gelen ve postmodern etiketiyle yeterince yansıtılmayan bu önemli değişimi, bu olayı hiç kimse öngöremezdi. Modernistlerin şimdiye dek inandığının aksine, doğa genelleştirilemez, oysa yapılandırmacılık herkes tarafından paylaşılabilir. En azından yeni bir diplomatik girişime değer… Artık doğanın modern tanımının tüm gezegene genişletilebileceği hayal edilemez, ancak belki de birlik hedefi, dünyanın iyi ve kötü yapıları arasındaki karşıtlığın ortadan kalkmasına çok daha yakın bir noktaya taşınabilir.
Müzakerelerin bu dönüm noktasında, eski modernistler kendi kaynaklarından, modernizmin ve onun iddialarının gizlediği veya unuttuğu kaynaklardan yararlanabilirler. Modernistler, tanımı gereği, modernleşmenin ödünç alınmış kılığından rahatsız oldular. Zira modernleşme kavramı, ötekileri abartılı bir ötekiliğe zorladığı için adaleti sağlayamıyorsa, Batılıların kendilerine nasıl adalet sağlayabilir? Beyaz insanlar da hiçbir zaman modern olmadılar. Uygarlaştırdığı iddia edilen halkları irrasyonel ya da tek bir dünyaya giden arkaik kalıntılar olarak göstermek haksızlıksa, uygarlaşan halkları rasyonel ve modern olarak göstermek daha da haksızlıktır. Bu bir tür ters egzotizm olacaktır. O halde "Modernizm" veya "Garbiyatçılık", "Oryantalizm"e benzer şekilde anlaşılacaktır.
Avrupalılara veya Amerikalılara, tropik palmiye ağaçları, gizli haremler, parlak boyalı Vahşiler gibi diğer kültürlere yönelttikleri bakış açısının bir eşdeğeri... Başka bir deyişle, modernistler iddia ettikleri gibi kabul edildiği sürece, turist broşürlerinde diğer insanlara uygulandığında çok tiksindirici gelen aynı ucuz egzotizm onlara da uygulanıyor. Her iki taraf da egzotizmden ve tek bir doğa ile birçok kültür arasındaki ayrımda yatan sahte farklılıktan kaynaklanan sapkın kayıtsızlığından vazgeçene kadar barış müzakereleri mümkün değildir. Ve unutmamalı ki öncelikle farklılık olarak kabul edilen ve olmayan unsurları askıya almadığımız sürece diplomasi başlayamaz. Birden fazla şekilde ayrım yapılabilir. Dolayısıyla – sonuçta – birden fazlası üzerinde anlaşıyoruz. Bu bakımdan eski modernistler, belki de düşündüklerinden daha iyi durumda olacaklar ve birbirlerini uygarlaştıran bir halk olarak ortaya çıktıkları o günlerde, uygun inşaa yöntemleri konusunda düşündüklerinden daha fazla soruya cevap verebilecekler. Lakin bunu yapabilmek adına miraslarını incelemeleri gerekiyor. Onun evrensel hedeflerinden gurur duymalılar, ancak bunları gerçekleştirmeye yönelik ilk "doğalcı" girişimlerden değil... Onu müzakere masasına geri getirmeye çalışalım ama bu sefer kibarca yaklaşmasına, diğerlerine doğallaştırıcı bakışıyla değil, yapılandırmacı yüzünü göstermesiyle izin vermeli. Peki ya modernist anayasanın belirleyici unsurlarını -bilim, doğa, Tanrı, birey, ekonomi ve politika- müzakerelerin dışında tutmak ve onları her türlü tartışmadan, her türlü tavizden geri çekmek yerine, bunları müzakerede çözülecek konular olarak kabul etselerdi? Ortak dünyanın oluşumuna tüm taraflar hangileri katılacaktı? Araştırma örneğini ele alalım. Kendini dünyaya 'evrensel bilim' kisvesi altında sunmak başka bir şey, kendini yerel ve riskli bilimlerin çoğul haliyle üreticisi olarak görmek bambaşka bir şey… İlk durumda, böyle bir teklifin alıcıları yalnızca ya irrasyonel tarafa çekilme ya da alçakgönüllülükle taraf değiştirme, modernist pedagojiye boyun eğme seçeneğine sahiptir. İkinci durumda sonuç çok daha belirsizdir: Bilimler öneriler veya "önermeler" ifade eder. Bunlar ortak dünyanın oluşturulacağı varlıkların listesini genişletir; ancak başkaları tarafından başka önerilerde bulunulabilir. Böylece liste uzayabilir, bilimsel kafa karışıklığı daha da karmaşık hale gelebilir.
Evrensel bir bilim müzakere edilemez. Bu sebeple gerektiği gibi evrenselleştirilemez, ancak kademeli veya yeni doğmakta olan bir evrenselliği hedefleyen bilimler bunu yapabilir. Bağımsız, asosyal gerçekler fikir birliğine varamaz, lakin oldukça karmaşık konular en azından sonunda ortaya çıkabilir. Modernistler zaten her ikisini de aynı anda üretiyorlar. Bilimin, müzakeresiz bir anlaşmanın siyasi projesi olduğu imajını destekliyorlar. Lakin bu arada, çatışmanın durumuna bağlı olarak çeşitli birleştirme veya yerelleştirme projelerine dahil olan çeşitli, çekici ve karmaşık bilimler üretiyorlar.
Diplomatik mesele yön değiştirdi ve şimdilerde soru şu şekilde listenmiş durumda: Modernistler, bilimleri başkalarıyla paylaşabilmeleri ve "bilimi" - şimdiye kadar tartışılamaz olduğuna inandıkları bilimi - benzer şekilde - bir kenara bırakabilmeleri için kendilerinden kurtulabilecekler mi? Diplomatlar, hain olarak görülmeden, bilimlerin gücünü korumayı, evrenselliğin sonunda yeniden bir araya getirilip daha iyi hale getirilebilmesi adına "bilimin" kendi haline bırakılmasını önerebilirler mi?
Gezegeni birleştirmeye yönelik "bilim"den çok daha erken dönem, olgunlaşmamış modernist projelerle ilgisi olan din konusunu ele alalım. Pozitif yapılandırmacılık burada uygulanabilir mi? Müzakerelerde ikincisinin kısıtlanması kararlaştırıldığına göre, birincisi de müzakereye açık olamaz mı?
Farklı bir üretme durumunu ele alalım.
Bireylerin var olduğu, hepsinin özgür ve insan olduğu tartışılmaz bir gerçektir. İkinci durumda, müzakere masasına kendi özel tarihi nedeniyle özel bir şekilde bağlanmış, yüklenmiş, aşırı yüklenmiş bir figürü getiriyoruz: Batılı birey. Modernist özne, tartışmaya işleri yoluna koymak için girmediği gibi, diğer tüm değişkenlerin arkasında saklı olan tek yüzü de sunmaz: daha ziyade, seriye eklenecek farklı türde bir yüzdür ve onun lehinedir. En azından bu figürün "ötekiler" tarafından önerilen büyük maske alayı arasında pek de sıra dışı bir şekilde öne çıkmadığı söylenebilir. İlk durumda modern psikoloji tüm insanlığın tartışılmaz temelini oluşturuyorsa ikinci durumda Batı ruhunun bileşenleri o kadar yerel, o kadar taşralı, o kadar pahalı ve karmaşık görünüyor ki, kesinlikle bir anda genelleştirilemezler. Burada da hiçbir şey müzakereyi hızlandıramaz: Çatışmanın diğer taraflarının çoğu insanların, tebaanın, bireylerin veya hak sahiplerinin bulunduğunu kabul etmiyor. Serbestçe bireyi keşfetmek yerine olası öznellikler üreten bağları (fetişler, soylar, atalar) çoğalttılar; onlara göre Batılı birey, şiddetle karşı çıkılması gereken bir canavardır. Ancak diplomatlarımıza yalnızca kendi öznellik türlerimizi değil, aynı zamanda onlara serbestçe dolaşan bir görünüm veren tüm karmaşık kurum ve bağlantıları da sunma yetkisi verirsek, o zaman müzakereler ciddi bir şekilde yeniden başlatılabilir. Sonuçta modernist özneler aynı zamanda Tobie Nathan'ın "sahipleri" dediği kişilere, onları bir arada tutan ve özel öznelliğin kutsal alanında ikamet etmeyen tanrılara da aittir. Bu bedel ödendikten sonra haklara kavuşan insanın, özgür bireyin eninde sonunda galip gelmesi düşünülemez.
İktisadın aynı zamanda natüralist ve yapılandırmacı bir yüzü de vardır. Bunlardan biri, piyasa güçlerini zamanın başlangıcından bu yana tüm insanlığın doğal temeli, refah ve özgürlüğün faydalarından yararlanmak isteyen, herkesin tartışmasız uyması gereken temel mantık olarak göstermektir. Piyasa organizasyonlarını, insanlar ve mallar arasındaki pek çok bağı ortaya çıkaran ve bunların değerinin ne olduğu, nasıl dağıtılması gerektiği konusunda riskli ve tartışmalı hesaplamalar yapan nadir, yerel, kırılgan mekanizmalar dizisi olarak sunmak bambaşka bir şeydir. Birinci sunum şekli tartışılamaz ve buna karşı çıkmak arkaizm, gerilik, yerellik ve mantıksızlık olarak kabul edilir. İkincisi, nasıl hesaplanacağı, neyin ücretlendirileceği ve piyasa düzeninin nasıl değiştirileceği konusunda meşru anlaşmazlıklar için oldukça geniş bir alan açıyor. 'Rasyonel' Homo ekonomikus'un tüm gezegene kaçınılmaz olarak yayılacağına inanmak gerçekten mantıklı mı? Oldukça tuhaf. Batılıların doğallaştırmaya en çok çabaladığı şey tam da bu en bariz rastlantısal Batılı çalışmadır! Diplomatlarımızdan ekonomik konulardaki anlaşmazlığın meşruluğunu kabul etmeleri gerçekten çok mu fazla? Mesele 'karanlık bilim'in sert gerçekliğine insani değerler eklemek değil, 'piyasa' dediğimiz karmaşanın ne kadar karmaşık olduğunu görmek; o kadar açıkça inşaa edilmiş, o kadar net bir şekilde yerel ki, daha fazla uzatmadan yayılması mümkün değil. Eğer piyasa organizasyonlarının özünde pazarlığa açık olduğunu kabul edersek gerçekte ne kaybedeceğiz?
Son olarak siyaset örneğini ele alalım. Burada yine ilk modernistler birbiriyle çelişen iki mesaj dile getirdiler; ilki bir savaş çığlığıydı (aynı anda bir savaşın sürdüğünü de inkar ediyordu): insanlık ya demokratik olacak ya da gayri meşru. İkinci mesaj ise siyasetin doğasına ilişkin derin bir belirsizliğe işaret ediyor: temsille mi, uyumla mı, yoksa dayanışmayla mı ilgili? Ortak bir dünyayla mı ilgili, özgürlüklerle mi, itaatle mi, hukukun üstünlüğüyle mi yoksa medeniyetle mi ilgili? İnsanlığın geri kalanının politikayla ilk tanıştığında onun da temsili bir demokrasi olabileceğini kanıtlamaktan başka seçeneği yok. İkinci durumda, 'siyasetin' nasıl tanımlanacağı sorusu yine açıktır. Burada sonuç bir kez daha belirsiz. Hukukun üstünlüğünü ve demokratik tartışmaları tüm dünyaya yaymak isteyen herkes; kurumlar, yaşam biçimleri, alışkanlıklar, medya, mahkemeler, duygular biçiminde başkalarından ödemesini istedikleri bedeli bilmelidir…
Dikkatle inşa edilmesi gereken; mercan resiflerinin ekosistemlerinden bile daha kırılgan bir kurum varsa o da demokrasi pratiğidir. Yurttaşların her yerde demokratik agoralarda toplanmasını talep etmek başka şeydir. Tarihin büyük bölümünde ve insanlığın büyük bir kısmında, insanların yalnızca çok küçük katılımcılar olduğu düzenlemeler olan başka toplanma biçimlerinin arandığını kabul etmek başka bir şeydir. Burada da diplomatlarımıza yalnızca herkese vatandaş olarak nasıl davranacaklarını öğretmekle kalmayıp, aynı zamanda onları rakipleriyle birlikte çok daha zor ama çok daha uzun vadeli bir görev olan kozmopolitiği başarmayı öğrenmeleri konusunda teşvik mi etmeliyiz? Stengers, kozmosun siyasetini mi kastediyor?
İster bilim, ister din, psikoloji, ekonomi veya siyaset konularında olsun, ilk modernistlerin birden fazla hileye başvurduğu açıktı. Şu ana kadar barış tekliflerinde o kadar beceriksiz davrandılar ki, hiçbir savaşın olmadığını sanıyorlardı.
Modernleşme, onlara o kadar apaçık göründü ki, bir uzlaşma nesnesi olarak hayal bile edilemezdi. Ve modernleşmeden şüphe etmeye başlayıp; postmodern olduklarında daha da beceriksizleştiler, zira artık kibirlerinin yerini suçluluk duygusuyla değiştirdiler lakin eskisinden daha fazla müzakereye girmiyorlardı.
Şimdilerde onların yanında durmanın, onları müzakere masasına nazikçe getirmenin, gerçekten dünyalar arası bir savaşın sürdüğünü fark etmelerini sağlamanın, ne hakkında konuştuklarını dikkatli şekilde ayırt etmelerine, ölmeye değer olduğuna inanmalarına yardımcı olmanın zamanıdır. Evrensellik ve asıl önemsedikleri şey evrenselliğin inşasıydı… Her zaman olduğu gibi çatışmanın tarafları, uğruna savaştıkları şeyin tam şeklini bilmiyorlar. Diplomatın görevi onların öğrenmesine yardımcı olmaktır.