Gerçek isminizle değil de neden mahlas ile yazmayı tercih ediyorsunuz?

-Öncelikle bu fakire vakit ayırıp beni söyleşi köşende ağırladığın için çok teşekkür ediyorum kıymetli Uğur Hocam.  Var olduğum bu cennet vatanda, birçok yazarın, şairin mahlas kullandığını fark ettim. Kendi öz kimlikleri vardı, bir de kökü edepten gelen edebiyat âleminde kullandıkları isim. O yüzden bende mahlas kullanmaya karar verdim.

Haktan Emre kul ismi nasıl bir mesaj içeriyor?

-Bu isim bana Yunus Emre’yi çağrıştırıyor. Dünyalıktan soyunmuş, uhrevi âlemde var olma savaşı veriyor, bazen ilahi mesajları, bazen insanlığımızı, dünden bugüne hikayelerle var etmeye çalışıyor. Allah sevgisiyle, vatan sevgisiyle, dağa, taşa, kuşa, börtü böceğe, baktığı, gördüğü, hissettiği her şeyde Rabbinin yüceliğini, Rabbinin büyüklüğünü kaleme almaya çalışıyor. Bazen de Allah dostlarının hikayelerini, vatan için şehit düşen şühedanın hikayelerini. Bu fakire bahşedileni kendi üslubu ile kaleme almaya çalışıyor ve ses denilen enstrümanı ile dillendirmeye çalışıyor.

Manzum hikâyeler diyebilir miyiz yazdıklarınıza?

-Çok araştırdım, yazdığım hikayeleri. Ben neyim, kimim, kime benziyorum, kimi taklit ediyorum, kimden etkileniyorum, kaynağım ne kendimi ne ile besliyorum ne ile besleniyorum diye. Bazı üstatlar ‘Manzum hikâye’ dedi. Bazı büyüklerim ‘Didaktik hikâye’ dedi. Yani eğitici öğretici hikayeler. Sonra biraz daha araştırdım ve gördüm ki, benim yazdığım hikayeler konuşma dili ile yazılmış, sanki karşısında biri varmış gibi yazılan hikayeler. Hep derdim gezmeyi çok sevdiğim için “Benim ruhumda Evliya Çelebi yaşıyor” diye. Sonrasında araştırdığımda baktım ki, bu güzel insan Evliya Çelebi gezip gördüğü yerleri kaleme alırken, hep konuşma dili ile kaleme almış. Böyle olunca yazdığı hikayeler, normal bir tarih yazısı diziliminden çıkıp, daha şakacı, daha mizahi, daha da akıcı bir hâle gelmiş. Dolayısı ile bu mübarek insanın hikayelerinin bugünümüze gelmesindeki en büyük etken, konuşma dili ile yazdığı hikayelerden kaynaklı. Tabi ben bunu öğrendiğimde aradan bir beş yıl geçmişti.

Bu anlattıklarınıza rağmen biraz daha deşersek manzum hikâyeler yazma fikri sizde nasıl oluştu ve nasıl gelişti?

-Kıymetli hocam bu sorunun cevabını, aşağıda eklediğim hikâye ile ifade edeyim, ama öncesinde bir özet geçeyim isterseniz. Çocukluk hayalim gazeteci olmaktı. Tıpkı rahmetlik Tayfun Talipoğlu gibi, Mehmet Ali Birand gibi. Memleketi bir baştan bir başa dolaşıp izlenimlerimi insanlara aktarmaktı, ama kendi duygularımın üzerine inşa ettiğim hikayeler ile bir de gençlik dönemimde çok fazla kitap ile beslendim. Babam bir kitap kurdu idi, elinden hadis kitapları düşmezdi. Annemin de çocukluğunda yaşayamadığı kitap sevdasını bende yaşatmaya çalışmıştı. Kasımpaşa’da kurulan Cuma pazarına iner, meydanda bulunan, Kuyu Kitapevinden hep hikâye kitapları alırdık. Pazar günü de babam ile, İskender Paşa Camine gider Mehmet Zahid Koktu Hoca Efendinin sohbetine katılır, oradan da Fatih’te bulunan Timaş yayın evinin yolunu tutardık. Bana Rahmetlik Yavuz Bahadıroğlu’nun romanlarını alırdı.  Çocukluk dönemimden ergenlik dönemime kadar yerli yabancı çok fazla roman okudum. 18, 19 yaşlarında iken, Ahmet Kaya türküleri ile İbrahim Sadri hikayeleri ile kendimi beslemeye başladım. Bir hikâyeyi, bir türküyü defalarca dinlediğimi hatırlarım. O dinlemelerin ardından, o türkünün, o hikâyenin, orijinalliğini bozmadan, kendi hayatıma uyarladığım hikayeleri yazmaya başladım. Bazen saçma, anlamsız oluyordu, yine de yazıyorum, yazmaktan asla vazgeçmiyordum. Çünkü yazarken kendimle konuşuyordum, muhabbet ediyordum. Kendim kendime iyi geliyordum açıkçası, sonrası kıymetli hocam aşağıdaki hikâyede.

*** FİKİR MEHMETÇİĞİ SEVİ DERGAHINDA ***

40 yaşındaydım. Aşırı kilolarımdan dolayı uyku apnesine yakalanmış gibi olmuştum. Geceleri yatarken f16 pilotları gibi bir makineye bağlanmıştım. Derdim sadece zayıflamaktı, doğal mide küçülmesi yaşadığım 11 ayın Sultanına misafir olmuştuk o dönemde. Bir cesaret gelmişti nihayetinde. O Ramazan bitiminde 0.1 tonluk ağırlığımdan 4 kilo gitmişti. Artık niyet etmiştim diyete girmeye. Yani diyeti bozmadan, niyeti de bozmamalıydım, lakin nasıl yapacaktım nefs denilen azmanı. Nasıl koruyacaktım kendimden. Varmıştık hastane kapısına. İki dilim ekmek, çorba, kuruyemiş derken, verilen 8 öğünü buluşturdum bedenimle, tıpkı 5 vakit namaz edasında. Lakin bu nefs denilen öküzü bağlamak lazımdı bir kapıya. Bir kurtuluş kapısı aralanmıştı aslında farkında olmadan, çünkü yazmak gayesiyle çatıyordum nefsime durmadan. Saati yoktu bunun, gündüzümde gecemde WhatsApp duvar yazıları ile başlamıştım. Beş vakit namazın ardındaki dualarım cephede savaşan beş askerim, yazdıklarım kurşunlar gibi işliyordu nefsime. Ben yazmaya böyle başlamıştım. 8 ay savaştık bu cephede. Vücudumdan 1,5 damacana ağırlığını yollarken karşı cepheye, nefs denilen varlığı bağlamıştık bu kapıya. Bu kapının adı ‘Sevi Dergâhı’ idi. Burası yeni bedenimin rüyası idi, yazmalıydım son nefesime kadar. Ama neyi yazmalıydım, beni kim okurdu, niye okurdu, insanlığa faydam olur muydu? 40 yaşında sanki bir el değmişti omuzuma. “Ayrılma bu kapıdan evlat, sıyrıl bu dünyadan” diyordu. Nefsimi odun etmiştim bu kapıda. Kelimeler döküldükçe ağzımdan ‘Sevi Dergahımın’ bacası tütüyordu. Yeter miydi acep yazmak, sonra ses oldu sesimi bana hediye eyleyen Rabbim. Yazan ve yazdıran bir de ses olmuştu yazdıklarıma. ‘Sevi Dergahımın’ iki misafiri olmuştu artık, yazmak ve ses vermek. Bu vücudun zekatıydı zannımca. Bu kapıdan ayrılırsam eğer kurtulduğum yer çok uzak değildi. Eski halim 100 kiloluk bir bedendi.  Neticede insan eder kendine ne ederse, her dem.

Varlığından haberdar olduğum Sonsuz Kudrete yakarışımla, nefsimi şikayetimle başladığım bu ‘Sevi Dergâhında’ 4 yılda 75 hikâye ile var etmişti Rabbim bu dünyayı. Bilinmez daha kaç hikâye ile var edeceği. Ama niyetimiz, diyetimizi sağlam tutmak olsa da artık yeni hedefimiz, tarihine sevdalı bir gençliğe fikir Mehmetçiği olabilmekti.

Üstadın deyimi ile hikayemizi sonlandıralım, “Davası olmayan fikir işsizi dedikodu yapar.”

Bu fakir üstadın yolunda, fikir Mehmetçiğine sorarsanız tezkere ne zaman. Yoktan var, vardan yok eden Sonsuz Kudret dünyadan rızkımızı kestiği an.

--------------

Bu tercihin ana sebebi nedir, kendinizi daha mı iyi ifade ettiğinizi düşünüyorsunuz?

-Kıymetli hocam, şöyle bir bakıyorum da bu şekil de kendini ifade edip bu coğrafya da var olabilen, sesini duyurabilen insanların sayısı bir elin parmaklarından daha az. Belki var ama kaç kişinin haberi var? Bu tarz bir yaklaşımla ben insanlara mesajımı, hikayelerimi daha güzel aktarabileceğime inanıyorum. Eskiden büyüklerimiz türküler ile kendilerini ifade edermiş. Bugünün gençlerine bir bakalım, kendilerini nasıl ifade ediyorlar? Ecnebilerin dili ile, yani hi pop, rap , pop tarzı ile. Geçen sene çıkan meşhur bir şarkıcının pop şarkısını bu sene hatırlayan var mı, yok, ama 50 yıl önce yazılan Aşık Veysel türküsü ya da bir Necip Fazıl şiiri yok olabilir mi sizce? O yüzden özümün gizinde var olan, ecnebiler ile alakası olmayan, öz benliğim ile var olmayı diliyorum Sonsuz Kudretten. Ve her namazımın ardındaki duam “HİKAYELERİMİ SENİN NUR’UN İLE TAMAM EYLE, HALAS EYLE”

Manzum hikâyelerinizde geçmişte yaşamış olan kimlere yer verdiniz?

-Gönül penceremizde bizi ışığı ile aydınlatan Allah dostlarını, şehitlerimizi. Gönlümüzde, yüreğimizde iz bırakan kim var ise elimden geldiğince yazmaya çalıştım.

Bu şahıslar üzerinden yazmak vermek istediğiniz mesajı güçlendirmek için yapılan bir tercih mi?

-Aynen hocam, ben şuna inanıyorum, “Hubbül vatan minel iman” yani vatan sevgisi imandandır. Gençliğe vatan sevgisini aşılamamız gerek, bunu yapmak için de şühedanın hikayelerini dillendirmek gerek. Önce niyet edip ardından gayret gösterip zafere ulaşmak gerek. Rabbim niyetlerimizi iyi, gayretlerimizi daim eylesin. Bu dünyadan göçerken geriye hayırlı izler bırakabilmemizi nasip eylesin.

Yaşayan karakterlere de yer veriyorsunuz değil mi?

-Evet, oluyor. Çünkü hayatın her anını yaşıyor iseniz, Sonsuz Kudret size o kelime heybesini yüklediğini hissediyorsunuz. O heybenin yükünü boşaltmak için mecburum yazmaya. Yoksa halim yaman, çünkü bu benim için bir nevi, Bilinmez Meşhurun emaneti gibi. O emaneti ademoğulları ile paylaşmam gerekiyor, o esnaya dair bir iz bırakmam gerekiyor.

Sosyal buluşmalarda, etkinliklerde kaleme aldığınız metinleri seslendirmeyi seviyorsunuz. Bunu yaparken ne hissediyorsunuz?

-Kendimi daha iyi ifade ettiğimi düşünüyorum. Evet, hikayelerimi paylaşmayı seviyorum. Bazı insanlar ne yazdığınıza değil ne söylediğinize bakıyorlar, çünkü okumayı sevmiyorlar ama insanımız genel anlamda dinlemeyi seviyorlar. Hele de kendine has bir üslubunuz var ise sizi daha çok benimsiyorlar.

Aldığınız geri dönüşe göre değişiklik yaptığınız oluyor mu çalışmalarınızda?

-Tabi ki. Mesela sizin de katkılarınız olmuş idi. Öncesinde hikayeleri seslendirirken aşırı derecede istemiz olarak çok hızlı seslendiriyordum. Şimdi biraz daha onu artık kontrol altına alabiliyorum. Hikayelerimi seslendirirken kendimi daha iyi ifade etmeye başladım. Bu konuda çeşitli kurslara da katıldım, diksiyon gibi.

Bu buluşmalardan sonra mı yayınlamayı tercih ediyorsunuz?

-Yok hayır, çeşitli yöresel internet gazeteleri var hikayelerim oralarda da yayınlanıyor.

Konu seçiminde gündemin nasıl bir etkisi oluyor?

-O anki psikolojik durumum olaylardan etkileniyor. Mesela yaşadığımız deprem felaketinden sonra

“YÜZYILIN DUASI – SESİMİ DUYAN VAR MI? “diye bir yazı kaleme almıştım. Türkiye Gazetesinin internet sitesinde yer alan “YETENEKLİ KALEMLER” bölümünde yazımı yayınlamışlardı.

Yazdıklarınızın bir kısmı kitaplaştı. Umduğunuz karşılığı bulabildiniz mi?

-Maalesef basım kötü olduğu için o kitabı piyasa ya sürmedim. Ama ilerleyen zamanlarda seslendirme anlamında ismimi duyurabilirsem o zaman tekrar bir kitap çıkarmayı planlıyorum inşallah.

Sizin gibi manzum hikâye yazan başkaları da var mı?

-Geçmişte Mehmet Akif Ersoy ve Yahya Kemal Beyatlı varmış, ama günümüzde benim tarzımda yazan birine rastlamadım.

Bunları bir Stand Up gibi sahneden paylaşmak gibi bir çalışmanız, projeniz var mı?

-Evet, var ama dünyadan elimi ayağımı çektiğim zaman. İlkokul öğrencilerinin karşısına çıkıp, onlara bu hikayeleri canlı olarak anlatmak istiyorum. Tabiri caizse bir “Öykü dede” kimliği ile.

Bunları radyoda seslendirmeyi düşündünüz mü peki?

-Yani olabilir hocam. Ben şu ana kadar, bizim kendi camiamızda ve çok tanınan sosyal medyada bilinen bir yazar değilim. Hani piyasada bilinmemenin sebebi, bu kadar hikâye yazıp seslendirip buna rağmen bir kitabım olmayışı sanırım. Ama dediğim gibi Allah nasip ederse, biraz daha kendimi, seslendirme alanında yetiştirip, ondan sonra bir kitap daha piyasaya süreceğim inşallah, o zaman işler değişir diye umut ve ümit ediyorum.

Hikayelerinizde yer bulan karakterler pozitif figürler. Bu özel bir tercih mi?

-Şöyle hocam, topluma mal olmuş, kimi kerameti ile, kimi cesareti ile, kimi gönül kalemi ile iz bırakmış figürler bunlar. Hepsinin vardığı tek bir sonuç var, hep vatan sevgisi, olay hep buraya çıkıyor. Yani bu insanlar, yaşadığı coğrafyada mücadele etmişler, bir iz bırakmaya çalışmışlar. Bu fakirinde bu insanları benim gönül kalemim ile, bir kez daha dillendirmek, ortaya koymak, isimlerini yaşatmak.

Son olarak sizi etkileyen yani beslenme kaynağınız gündelik yaşam mı yoksa okumalarınız mı?

-Her ikisi de. Mesela 4 yıl önceki Üsküdar’da ‘Kayapa Sanat Cafede’ yaptığınız “TÜRKÜLÜ MUHABBETLER” ile yazdığım hikâye. Eğer karşımdaki gönül telime dokunuyorsa, ben bir bülbül olur şakırım. Rabbim gönül telimize dokunanları daim eylesin. Sözün özünde, özün sözünde, kıssadan hisse, hisseden kıssa. SONSUZ KUDRET nefesimizi boşa tüketmiye, hikayelerimizi kıyamete kadar var eyleye, her dem muhabbetimizi daim eyleye.

Kaynak: HABER MERKEZİ