Kendisini uzaktan severim. Bazı ortamlarda karşılaşmış olsam da onca ortak dostlarımız olmasına rağmen cesaret edip yakın olamadım. Türkiye Gazetesi’nde Gürbüz Azak’a bir ziyaretimde “Az evvel Hüseyin Gökçe buradaydı” demesinden sonra daha çok sevdiğimi itiraf ederim. Bu söyleşinin neredeyse her yerinde Gürbüz Azak Ustanın olması birazda bundan. O günlerde yayın sorumlusu olduğu ulusal bir gazetede birinci sayfadan haber altı yorumlar yazardı. Karaköy iskelesinden aldığım akşam erken baskı gazeteyi Salıpazarı parkında hemen bir banka oturur bu yorumları okurdum.

Çok yönlü bir yazar, gazeteci ve gezgin Hüseyin Gökçe ile Siz İstiklal Gazetesi okuyucuları için tadına doyulmaz bir söyleşi gerçekleştirdik.

Denizli'de doğmuş olmanın size getirdiği ne gibi özellikler var?

-İkliminin ve tarihi geçmişinin de etkisiyle Denizli uysal, sıcakkanlı ve çalışkan insanların bol olduğu bir yerdir. Sanata yakın, yenilikçi ve üretkendir. 1926’da kendi uçağını yapmış bir şehir olmanın yanında ülkede ilk özel uçak sahibi kişi de Denizlili Sözkesen Ailesi’dir. Yerli ilk televizyon fabrikası da Denizli’de kurulmuştur. Böyle bir şehirde doğup büyüyünce doğal olarak ufkunuz geniş, bakışınız yüksek oluyor. Ben de bundan yararlandım, çok okuma yaptım, çok sohbete katıldım, çok sayıda değerli insan gördüm. Orta üçüncü sınıfta gazetelerde yazılarım çıkardı. 21 yaşımda yerel günlük gazetenin başyazarı ve genel yayın yönetmeniydim. Sürekli beni yakın planda besleyen, yüreklendiren bir çevre vardı etrafımda. Gürbüz Azak bunlardan biriydi mesela. Daha fazla söylemeyeyim, adım kendini beğenmişe çıkacak.

 

Gazeteciliğe çok erken yaşlarda başlamanız nasıl oldu?

-O zamanlar ortaokulda kompozisyon dersi vardı. Çok kitap okuyup çok sohbet dinlediğimden Türkçe hocamız Kazım Genç, kompozisyonlarımı beğenir, okumadan en yüksek notu verirdi. Denizli’de günlük bir gazetede yazardı aynı zamanda. Gazeteye anlatmış beni ve yazılarımı göstermiş. Bir de baktım gazetede yazıyorum. Sonra bu devam etti. İstanbul’dan bir gazetenin de fahri temsilciliğini almıştım. Sık sık haber gönderiyordum. Yaşım 23’e geldiğinde İstanbul’a yerleştim, o yılların en büyük iki gazetesinden biri Tercüman’da çalışmaya başladım.

Yine erken yaşlarda yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği sorumluluklarınız var.

-Evet, az önce demiş oldum. 15 yaşımda okulda duvar gazetesi çıkararak adım attım gazeteciliğe. 21 yaşımda günlük gazetenin yazı işleri müdürü idim resmen ve fiilen.  İlk kitabımı da 24 yaşımda yayınladım. 21 yaşımda hacca gitmiş, tüm Ortadoğu ülkelerini gezme fırsatı bulmuştum. Bir turizm firması sayesinde.

İstanbul’a geliş nasıl oldu tam olarak?

-Biraz hüzünlü bir hikayesi var İstanbul’a gelişimin. 1976 yılında trafik kazasında annemi kaybettim. Bu çok sarstı beni. O kadar ki, baktığım her yerde annemi görüyor, ağlıyordum. Sonunda dayanamadım İstanbul’a göçe karar verdim. 1977 Mayıs’ında Gürbüz Azak Bey, annesinin hastalığıyla ilgili Denizli’ye gelmişti. Evimizde misafir ettik. Annesinin hastalığıyla ilgilenmiş ve durumu Gürbüz Beye bildirmiştim zaten. İstanbul fikrimi Gürbüz Beye açınca, “Gelirsen yardımcı olurum” dedi. Haziran’da İstanbul’a gittim. Gürbüz Beyden başka hiç yakınım yoktu İstanbul’da. 1 Temmuz’da İstanbul’da Tercüman’da işe başladım. Çünkü Gürbüz Bey bana her yönüyle kefil olmuştu. Allaha şükür ben de çok çalıştım; muhabirlik, yazarlık, araştırmacılık ve sayfa sekreterliği, hatta pikaj-montaj yaptım, Gürbüz Beyi mahcup etmedim.

Siz gazete ve dergilerde muhabirlik yaptınız. Muhabirliği bu meslekte nereye koyuyorsunuz?

-Gazete ve dergide işin temeli muhabirliktir. Bu meslekte olan herkes bunu bilir. Gazete ve derginin esas ürünü haberdir. Çünkü haber taze bilgi ve hayatla kurulan bağdır. Yeniliklerden ve olup bitenlerden haberdar olmaktır. Fikri yazıları oturduğunuz yerden de yazabilirsiniz ama haber için sahada olmanız, uyanık olmanız şarttır. Medya tarihine baktığınızda iyi yazarların muhabirlikten geldiğini görürsünüz. Bizde Yaşar Kemal, dünyada Ernest Hemingway gibi.

 

Eski ile kıyaslandığında gazetecilik mesleğinin yıprandığını, aşındığını düşünüyor musunuz?

-Maalesef gazetecilik mesleği günümüzde yerlerde sürünüyor. Bu işi aşkla yapan gazeteciler çok azaldı. Yeni gazeteciler kısa yoldan ünlü ve zengin olma peşinde. O yüzden fevkalâde edilgenler. Kolay vazgeçiyorlar, çabuk yola geliyorlar, vaktinden önce yoruluyorlar ve en kötüsü erken korkuyorlar.

Günlük kulislerin veya haberlerin köşe yazısı şeklinde sunulmasına nasıl bakıyorsunuz?

-Bu eskiden beri zaten vardı bence. Hatta bunu Mustafa Kemal Atatürk’ün değişik isimlerle (Asım Us gibi) yaptığı söylenir 1930’larda. Modern çağın özel bir gazetecilik yöntemi diye 1980’lerde özellikle de 12 Eylül askeri darbe sırasında yaygınlaştı. Biraz gizlenmek biraz da korkudan olsa gerek, tutuldu. Günümüzde normal ve yaygın bir yöntem kabul ediliyor. Bizler de alıştık.

Köşe yazarlığının bir ağırlığı kaldı mı size göre?

-Eskisi kadar yoksa da ağırlığı sürüyor. Sosyal medya ve veya TV’lerin üslubu ve kalitesi yetersiz kalıyor o yüzden köşe yazarları okunmaya devam ediyor. Tabii eskiye göre hayli azalarak. Eskiden gazeteler okunmaz “tetebbu” edilirdi. Yani didik didik edilerek okunurdu.

Türk matbuatında etkili bulduğunuz ve örnek aldığınız köşe yazarları kimlerdi?

-Okuma yazmayı öğrendiğim yıllarda babamın 20 masalı büyük bir kahvehanesi vardı. Masalarda gazete eksik olmazdı. Gazete okuma merakım o zamanlarda başladı. Her gün birkaç gazete okurdum. Demokrat İzmir diye bir gazete vardı. Orada Nihat Baykoç diye bir yazar ilgimi çekerdi. Bir de Akşam’da Çetin Altan’ın yazılarını okurdum. Daha sonraki yıllarda Necip Fazıl, Mehmet Şevket Eygi, Sezai Karakoç, Ahmet Kabaklı, Gürbüz Azak, Hekimoğlu İsmail, Mustafa Nezihi Polat, Niyazi Birinci, Ergun Göze, Tarık Buğra, Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Fehmi Koru, Ahmet Şahin gibi yazarların köşelerini takip ettim.  Bazılarından çokça ama hepsinden birer parça örnek almışımdır.

Gazete köşelerinde gerçekleşen polemikler olurdu ve ilgi görürdü. Aynı seviyenin olmayışını neye başlıyorsunuz?

-Gazete polemiklerini unutmuyorum. Ergun Göze ve Necip Fazıl usta polemik yazarlarıydı. Ergun Göze’nin Tekin Erer’le sütun atışmaları kitap bile olmuştu. Bugün yine var benzer polemikler ama eskisi kadar ses getirmiyor. Çünkü gazeteler eskisi kadar ciddiye alınmıyor. Özellikle sosyal medya denilen curcunanın yaygınlaşmasıyla her konu hızlı başlıyor o hızla unutuluyor.  Eskiden ünlü romanlar bile önce bir gazetede parça parça her gün yayınlanır sonra kitaba dönüşürdü. İnsanlar merakla beklerdi yarınki gazeteyi. Şimdilerde merak da azaldı. Şipşak olup bitiyor çok iş. Hayatın hızı, alışkanlıkları olduğu kadar beklentileri de değiştirdi ve törpüledi.

İlk kitabınız sanırım tarih alanında olmuştu değil mi?

-Sizi tebrik ediyorum, çok eski olmasına rağmen iyi hatırlıyorsunuz. İlk kitabın ‘Damla Damla Tarih’ adıyla çıkmıştı.1978’in son ayında basıldı, hemen eskimesin diye 1979’da vitrinlerde yerini aldı. Kapağını Gürbüz Azak yapmıştı.

Gezilerinizin ne kadarını kitaba dönüştürdünüz?

-Gezdiğim ülke sayısı 52, kitaba dönüştürdüğüm 25.  Maalesef gezi kitapları ülkemizde ilgi görmüyor. Kendi yayınevimde başkalarının onlarca gezi kitabı yayınladım, oradan biliyorum. Yine de fırsat bulsam yazarım.

Kaç öykü kitabınız var?

-Öykü türünü çok seviyorum ama maalesef iki öykü kitabım var. Zaten fazla öyküm de yok. Bir de romanım var bu yıl çıktı.

Görgü kuralları ve yaşam estetiği kitaplarınızda nasıl yansıyor?

-Görgü çok önemsediğim bir olgu. Üslup gibi o da öz kadar mühim bence. Bütün yazdıklarımda ve hikayelerimde üsluba ve görgüye dokundurma ya da gönderme yaparım. Aslında bizim dinimiz bir yerde görgülü hayat kitabı gibi. Bunun en güzel örneklerini bizzat yaşantısıyla sevgili Peygamberimiz vermiş.  Yahudi cenazesini görünce ayağa kalkmış, kuşu ölen çocuğu ziyarete gitmiş, eşine “Konuş da biraz neşelenelim” demiş meselâ…

 Öykü ile roman kıyaslaması yapsanız tercihiniz hangisi olurdu?

-Öykü. Ama burun farkıyla. O da günümüz insanları uzun yazıları okumaktan sıkılıyor diye. Yoksa romana haksızlık ederiz.

Altı yıl kadar yurt dışında farklı ülkelerde kaldınız, işler kurdunuz. Bu durum düşünce dünyanıza ve kaleminize nasıl yansıdı?

-Tabii bunun en iyi, pardon en doğru cevabını sizin gibi dikkatli okurlar vermeli. Bana bakan yönüyle, dünyada 52 ülke gezmem, 10 ülkede ev tutup yaşamam görgü ve bilgimi zenginleştirdi, cilaladı. Ayrıca anlayış, bakış ve toleransımı genişletti. Dolayısıyla bu durum düşünce dünyama ve kalemime olumlu yansıdı, örneklerimi arttırdı, yaşanmışlığımı zenginleştirdi. Övünmek gibi olmasın ama bugün hemen her konuda bir fikrim, bir birikimim, bir kıyaslamam var. Bazı konular hakkında günlerce, bazıları hakkında saatlerce konuşabilirim, örneklemelerde bulunabilirim. Bir de Allah vergisi hafızaya sahibim, 50 yıl öncesini bile iyi hatırlıyorum. Geçenlerde Gürbüz Beyi ilk kez gördüğümde yani 1972 yılında taktığı kravatı anlattım, şaştı kaldı. 52 yıl geçmiş bağlama şekli bile gözümün önünde. Kısacası, yazılarım ve konuşmalarım genelde mini dünya turu gibidir. Yeri geldiğinde dünyadan örnekler veririm. Ya yaşadıklarımdan ya da okuduklarımdan, işittiklerimden.

Moldova İstanbul Fahri Konsolosu olarak göreviniz de vardı.

-1996-2001 yıllarında arasında yaptım o görevi. 1992-1993 yıllarında bir yıl kadar Moldava’da yaşadım. Şirketimim adına ham deri ithalatında orayı üs olarak kullanıyorduk. O süreçte başkent Kişinev’de yaşayan üç Türk’ten biriydim. Henüz elçiliğimiz bile yoktu. Hem halkla hem de üst düzey yöneticilerle iyi ilişkiler kurdum. O kadar ki Türkiye’ye geliş gidişlerimde bazı bakanlar bizi de götür derlerdi, buyurun derdim İstanbul’a getirirdim. Bir defasında bizim Dışişleri Bakanlığı’nın haberi oldu bundan. “Kardeşim bu ne cesaret!” dedi. “Bu adamlar resmi bakan, başlarına bir şey gelse, koruyamadık diye Türkiye suçlanır. Niye haber vermiyorsunuz?” diye ufak yollu kulağımı çektiler.  “Ne bileyim,  her zaman yanımda bakan gezdirmiyorum ki!” dedim ben de. Kişinov’da tanıştığım üst düzey bürokrat ve gazeteci olan Tudor Angali, Moldova’nın Ankara Büyükelçisi olarak atandı. Bana da sen de İstanbul Fahri Başkonsolosu ol, cumhurbaşkanıyla konuştum dedi. İstanbul’dan vize almak isteyenler önce sana gelsin, form doldurt bana yolla, senin referansına göre vizeyi ben vereyim, dedi. O vize formlarının 150 kadarı hala bende duruyor. Değişik amaçlarla ülkemize gelen Moldovalı kadınlar, vize süresini geçirip yakalandıkça emniyetten beni çağırıyorlar, bu kadınları ne yapacaksın, diyorlardı. Geri gönderin diyorum, yol parasını ver diyorlar… Toplantı için Moldova’dan gelen bazı delegeler benden ilgi bekliyor, sahip çıkmamı istiyor. Baktım baş edemeyeceğim, bıraktım görevi. O arada Tudor Beyin görev süresi dolmuş, ülkesine dönmüştü.

Kitaplarınızı nereden yayınlıyorsunuz?

-Kendi yayınevim var ama sadece üç tanesini orada yayınladım. Kendi çalmış, kendi oynamış demesinler diye genelde başka başka yayınevlerinde çıkıyor kitaplarım. Son dört kitabım Çıra’dan çıktı. Daha önce Cihan, Nesil, Hayat, Zafer ve Zinde Yayınları bastı kitaplarımı.

Farklı simalar, hatıralar sizin için neden önemli?

-Yaşanmışlıklar önemli benim için. Çünkü onları nasip eden, yaşatan Allah. Bir çeşit kısmet yani. Hatıralardan bazıları bir kitap kadar etkili ve öğretici hatta belgesel niteliğinde. Meselâ… Romanya’da ihtilal olurken 1991’de o gün oradaydım, ülkenin lideri Çavuşeşku’nun yerlerde sürüklendiğini gördüm. ABD’de İkiz Kuleler vurulurken 2001’de kulelerin yakınındaydım. Uçağın çarpmasından kulağım sağır olacaktı. Başıma toz toprak döküldü. Bu anılar çok önemli. Süleyman Demirel’in iki yıl özel danışmanlığını yaptım, beraber gittik 20 ülkeye. Oralarda yaşadıklarım da çok önemli ve değerli. Anlatıldığında içinden nice dersler çıkar, kitap olur. Bu arada sekiz yıl İTÜ Maden Fakültesi’nde Mühendislik Etiği ve Çevre Toplum dersleri verdim.

Adını sıkça andığınız Gürbüz Azak dünyanızın neresinde yer alır?

-Gürbüz Azak dünyada tanıdığın en mükemmel üç adamdan biridir. Sanatçılar arasında da birincidir. Çok iyi ressam, olağanüstü bir yazar, eşine zor rastlanır bir insan ve estetiği tavan yapmış bir ruhtur. Allah uzun ömürler versin, 87 yaşında şu anda, sık sık görüşüyoruz. Her işimi ona danışırım.

 

Kıymeti bilinmiş bir yazar mıdır sizce?

-Kıymetinin bilinme oranı değerinin onda biridir diyebilirim. Gerisini siz düşünün.

 Gürbüz Azak ile bir sözlük çalışmanız olduğunu duymuştum, yayınlandı mı?

-Sözlük aslında çoktan bitti, hatta deneme baskısı yapıldı ancak basılmadı. Hikayesi uzun. Bazı eklemelerle her an basılabilir. Malum sözlükler yaşayan canlılar gibidir, sürekli beslenmek ister.

 

Son olarak arkadaşınız Selim Gündüzalp’i özlüyor musunuz?

-Onu hiç sormayın! Özlemek ne kelime, içim kavruluyor… 1977’ye dayanan bir dostluğumuz Selim’le ya da resmi adı Hüseyin Şengörür ile. Benden üç yaş büyük olmasına rağmen bana hep abi derdi. Ben de ona abi derdim. Zafer Dergisi ilk yayınlanırken Tercüman Gazetesi’nin imkanlarını kullanarak ve riske girerek epeyce teknik destekte bulunmuştum. Onları hiç unutmadı dostum ve beni çok sevdi.  İlk imza günümü de onun sayesinde Sakarya’da yaptım 1979’da. Daha Türkiye’de imza günleri geleneği başlamamıştı. Allah gönlümüze göre verdi, askerliği aynı birlikte yaptık Kırkağaç’ta. 1983’te kısa dönem olarak. Sabah akşam dergi, kitap konuşurduk. Koynunda taşırdı Zafer dergilerini. “Bu sayfa nasıl, daha iyi nasıl olurdu?” diye sorardı. Vefatından birkaç yıl önce demişti ki, “İstanbul’a yerleşmek istiyorum, sana yakın olmak istiyorum, bana Üsküdar’dan bir ev bak…” Kısmet olmadı. İnşallah mekânı cennettir.  Ayrıca size de, duygulu anıları tekrar yaşamama vesile olduğunuz için kalbi teşekkürlerimi sunuyor, başarılarınızın temadisini diliyorum.

Editör: Fatma TUFAN