Sünni mezheplerin dört mezheple sınırlandırılması ve bu mezheplerin dört hak mezhep ekseninde formel hale gelmesinin tarihsel süreci hakkında bir analiz yapmış olacağız...
Sünni mezheplerin dört mezheple sınırlandırılması ve bu mezheplerin dört hak mezhep ekseninde formel hale gelmesinin tarihsel süreci hakkında bir analiz yapmış olacağız. Özellikle ülkemizde mezheplere yönelik eleştirilerde bu konu sık sık gündeme gelmekte ve insanlar neden dört hak mezhep de beş değil? Gibi sorular sorduğu gibi, kim? Nasıl ve Niçin? Bu dört hak mezheb kavramını oluşturmuş sorusunu sormakta ve doğrusunu isterseniz de tatminkar bir cevap alamadığı gibi kitaplarda da bu konuda net bir bilgi bulunmamaktadır.
Bu sorunun cevabı biraz da mezheplerin yayılış sürecindeki olaylarda gizlidir. Biz de bu konuyu merak ettiğimizden mercek altına almaya karar verdik.
Olayı anlamak için öncelikle Sünni mezhepler arasında oluşan kavgaları anlatmamız gerekir. Gerçi birçok insan tarihte olmuş bu Sünni mezhepler arasındaki kavgayı günümüze taşımayı doğru bulmasa da maalesef olayı anlamak için kötüden iyiye doğru yönelmemiz gerekir. Yani önce kötü haberi, sonra iyi haberi vermeliyiz ki iyi haber daha iyi anlaşılsın.
Mezhep kavgaları aslında Sünni mezhepler arasında da çok çetin geçti. Hanbelilerin kendileri dışındaki mezheplere ve imamlarını saldırısı (Taberi/Zahiri ) Şafi ve Hanefiler de bu kavga sürecine girdiler. Hatta Afrika ve Endülüs'te Malikilerin de diğer mezheplerle hakimiyet kavgasına girip diğerlerini yok ettiğini görmekteyiz. Bu mezhep kavgaları sayesinde diğer Sünni mezhepler yok olurken günümüze ancak bu dört mezhep ulaşabildi….
Hanefi ve Şafi (Maturudi ve Eşari) Mezhepleri Arasındaki Kavgalar
Fakat biz daha çok Hanefiler ile Şafiler arasındaki mücadele üzerinden konumuzu aydınlatmaya çalışacağız.
Maveraünnehir, Horasan, İran ve diğer orta asya ile ön asya bölgelerinde Şafilik ve Hanefilik başka bir deyişle eşarilik ve maturudilik mezhepleri hakimiyet kavgası veriyordu. Dolayısıyla bu iki mezhebin ilişkilerin bozulmasına ve bu kavganın artık nahoş olaylara yol açmasına sadece bir kıvılcım yeterdi.
Bu arada İslam dünyasının merkez noktalarında şafi ve Hanbeli mezheplerinin kesin egemenliği söz konusuyken Hanefilik her ne kadar Bağdat'ta geniş bir taraftara sahip olsa bile merkezden uzaklaşmaya ve kenarlarda tutunmaya çalışmaktadır. Hanefiliğin de diğer yok olan ehli sünnet mezhepleri gibi tarihe karışmasını önleyen yeni bir güç sahneye çıktı. Türkler…
Hanefilerin en güçlü olduğu bölgede kendisine karşı zorlu bir rakip sahneye çıkmıştı. Şafi ve Eşarilik. Bu iki gücün (Hanefi/Şafi) karşı karşıya gelmesi an meselesiydi. Şafilerin çoğunluğu Eşari olması özellikle horasan ve orta asyadaki maturudi kelam ekolünün de tepkisini çekiyordu. Bu dönemde eşariler ve maturudiler de kelami anlamda karşı karşıya gelmişlerdi.
Türklerin ve hükümdarlarının aşırı Hanefi olmaları, Şafiliğe ve Eşariliğe karşı düşmanlık beslemelerine neden oldu. Bu süreç Selçukluların İslam dünyasının merkezine doğru yaptığı yürüyüşle de beslenecektir.
Tuğrul bey aldığı tüm yerlerde Hanefi kurallarını yerleştirmeye çalışıyor, camilerde Hanefi imamlar görevlendiriyor, Hanefi kadıları iş başına getiriyordu. Örneğin Nişabur'daki caminin Şafi imamı Ebu Osman es-Sabuni'yi görevden alıp yerine Hanefileri atadı. Böylece burada ibadetler Hanefi mezhebine göre yerine getirilmeye başlandı. Ayrıca daha önceleri Hanefilerin olmadığı İsfehan ve Hemedan şehirlerinin Selçukluların merkezi olması üzerine gittikçe artan bir Hanefi sayısına ulaşmış oldu. Tuğrul Bey, Bağdat'a gelince de buraya Hanefi Ebu Abdillah ed-Demeğani'yi baş kadı yaptı.
Olay sadece Şafilere yönelik değildi. Aynı zamanda Eşarilik de bundan nasibini alıyordu. Tuğrul bey 1053 yılında Horasan'da Eşari'nin minberlerde lanetlenmesi için ferman da çıkardı. Nişabur'daki meşhur 4 şafi alim de tutuklandı. Eşariliğin sapık kabul edilmesine yönelik bu hareketler ancak Alparslan'ın başa geçmesi ile son buldu. Alparslan bu uygulamaya son verdi. Alparslan, şafi mezhebini serbest bıraktığı gibi Şafilerin kendi ibadet yerlerini inşa etmelerine de izin verdi. Selçululardaki bu siyaset değişikliğinin arkasındaki kişi Şafi vezir Nizamulmülktür. Bu tür sıkıntıları meşhur eseri siyasetnamesinde uzun uzun anlatır.
Selçukluların Şafiliğe karşı bu hoşgörülü tutumu Alparslanın ölümünden sonra özellikle Sultan Mesud b. Muhammed zamanında sona ermiş olur. Sultan Mesud 1142 yılında Rey şehrine girdiğinde oradaki önde gelen iki şafi alimi Eşariliği red eden bir belgeyi imzalamaya zorlar.
Sultan Mesud'un Eşari aleyhtarlığı bununla da bitmedi. O Şafi/Eşari Ebul Futuh el-İsferayini'yi sürgün etti. Ardından Eşariliğin lanetlenmesi ve sapkın ilan edilmesi için camilerde ilan edilmesini ve yasaklanmasını emretti. Bu amaçla ulemanın bu kararı desteklediklerini belirtmeleri için Hemedan ve Bağdat'a Hanefi Ebu Nasr el-Hisancani'yi gönderdi. Bu faaliyetler sonucu İsfehan'da çıkan ayaklanma ancak zor kullanılarak bastırılabildi.
Selçuklular dönemindeki bu mezhep açılımının temel amacı, Hanefiliği kurumsallaştırmak ve mezhep olarak Hanefiler lehine bozulan durumu tekrar dengelemekti. Çünkü bu dönemde mağrip ve afrikada Malikilik, diğer bölgelerde Şafilik baskın mezhep olarak yayılmaktaydı. Bu durum, Hanefiliği tarihe gömebilme potansiyeline sahipti. Bunun örnekleri de tarihte bulunmaktadır zaten. Tabileri kalmamış diğer Sünni mezheplerin başına gelenler Hanefiliğin başına Türklerin Hanefi olması engellemiş oldu.
Hanefiler ile Şafiler arasındaki düşmanlık doruk noktasına ulaşmıştı. Selçukluların güçlü oldukları dönemde sorunlar büyümezken, devlet zayıflayınca mezhep savaşları korkunç boyutlara ulaşmaya, kontrolden çıkmaya başladı.
Bu nedenle bu dönemde yazılan mezhep kitaplarını okurken, bu mezhep kitaplarının diğer mezhepler ve imamları hakkındaki görüşleri okurken bu tür tarihi ve sosyal olayları göz önünde bulundurarak okumak gerekir. Örneğin Hanefi Ravendi, Şafi İmaduddin el-İsfehani ve Hanbeli İbnul Cevzi'nin eserlerinde dönemin havası egemendir.
İran, Horasan ve Maveraünnehir bölgesinde Şafilerle Hanefiler arasındaki mücadele, Hanefilerin Türk hakanların desteğini alarak tutunmalarıyla sonuçlandı. Hanefilerle Hanbeliler arasında bu dönemde ciddi bir sorun olmamasının nedeni, Hanbelilerin Hanefilere rakip olamıyacak kadar az bir taraftar kitlesine sahip olmasına rağmen, Şafiliğin ve eşariliğin Hanefi bölgelerine yayılma potansiyeline sahip olmasıdır. Tabi ki zamanla bu bölgedeki Hanefi/Şafi, Maturudi/Eşari çekişmesi normal seviyeye inecektir.
Fakat iki mezhep arasındaki mücadele şimdi yeni bir alanda cereyan etmeye başlamaktadır. Burası Suriye'dir. Hanefilik Irak ekolünden olduğundan bu rakip bölgede hiçbir tabana sahip değildi. Türkler Suriye bölgesine geldiğinde burada ağırlıklı olarak şafilerle karşılaşmışken az biraz Maliki ve Hanbeli vardı ama Hanefi mezhebi hiç yoktu.
Suriye Selçukluları, Ulu caminin minberini Hanefi bir imama verip kameti ve diğer uygulamaları Hanefi mezhebine göre yapmaya başladılar. Bu uygulama Selahaddin Eyyubi'nin Suriye'ye egemen olmasına kadar böyle devam etti. Bu dönemde Hanefiler Şam'daki ilk medreseleri olan Sadıriyye medresesini kurdular. Hanefiler, bu medrese kanalıyla bölgede yayılırken, halkın çoğunluğu şafi olmasını göz önünde bulunduran Suriye Selçukulları kadılık makamını değişmemesi koşuluyla Şafilere vererek, bir anlamda iki mezhep arasında orta yolu bulmaya ve tartışmalara son vermeye çalıştılar.
Şam'da ilk medrese'yi Hanefiler kurmalarına rağmen (1098), Şafiler ancak 1120 yılında, Hanbeliler de 1151 yılında medreselerini inşa ettiler. Fakat bölgede Hanefi medreselerin sayısı hızla çoğaldı. Hanefilerin 4, şafilerin 3 ve Hanbelilerin 2 medresesi bulunuyordu. Fakat Selahaddin Eyyubi'nin Şam'ı almasıyla Şafi medrese sayısı hızla artmış oldu. Buna rağmen Hanefilik artık Şam'da ikinci büyük mezhep olarak yerleşmiş oldu.
Her ne kadar Hanefi, Şafi ve Hanbeli mezhepleri kendi aralarında yayılma ve taraftar elde etme konusunda mücadele etse de Şiilere karşı daima birleşebilmekteydi. Bu dönemde özellikle şii fatimi tehlikesi bulunuyordu. Bu devlet, Şiiliği yaymak için büyük bir propaganda yapıyor ve bu propaganda sonucu Şam'da bile Şiilik bir taraftar kitlesi elde edebiliyordu. Bu nedenle Sünni mezhepler, Şii akıma karşı birleşebilmekteydi.
Suriye bölgesinde Şii hakimiyetini ve nüfuzunu kırma konusunda en kararlı olan Nureddin Mahmud Zengi idi. O, Şiiliğe karşı Şafi ve Hanefi mezheplerini kuvvetlendirmeye çalıştı. Nureddin, her ne kadar Hanefi olsa da o, Sünni mezheplere eşit mesafede durmaya çalıştı. O, dört şafi ve beş Hanefi medresesi kurarak, Şiiliğe karşı ilimle mücadele etmeye çalıştı. Ayrıca bu çabası mezheplerin (Sünni ) yakınlaşmasına da zemin hazırlamış oldu.
Zengi, özellikle haçlılara karşı Müslüman dayanışmasını, hasetsen Sünni dayanışmasını tesis etmeye çalıştığından Sünni mezhepleri destekledi. Hatta Selçukuların geleneksel Eşari karşıtlığına rağmen eşariliği de destekledi. Şafi Kemaleddin Şehruzori'yi ülkenin baş kadısı yaptı.
(Selçuklular, her ne kadar maturudiliği eşariliğe ve Hanefiliği Şafiliğe karşı desteklemiş olsalarda ilmi anlamda yasaklamadılar. Nizamiye medresesinde Şafi/Eşari öğretisi egemendi. İmamı Gazali'nin de burada müderris olması bunun en büyük göstergesidir. Onların mezheplerini savunmaları ilk döneme ait olduğu gibi, bölgede kendi mezheplerini ve bir anlamda devletlerini kurumsallaştırmalarının bir sonucudur.)
Nureddinin'in bir bütün olarak Sünni mezhepleri desteklemesi, özellikle İran ve Irak topraklarını harabeye çeviren mezhep savaşlarının Suriye'de yaşanmasını engellemiş ve Müslümanların birleşmesi fikrinin güçlenmesini sağladı. Hatta bu birliğin nasıl ve hangi yollarla tesis edileceği noktasında bir örnek de teşkil etmiş oldu.
DÖRT HAK MEZHEP KAVRAMININ OLUŞMASI
Nureddin Zengi'nin kurmuş olduğu bu mezhepler arasındaki denge Selahaddin Eyyubi'nin iktidarının ilk dönemlerinde Şafilik/Eşarilik lehine bozuldu. Hatta bu durum Şam'da Hanefiler ile Şafiler arasında şiddetli bir çatışmanın bile patlak vermesine neden oldu. Fakat Selahaddin Eyyubi iktidarını sağlamlaştırdığında Selefi Nureddin Zengi'nin politikalarına tekrar dönecektir. İşte bu politika, İslam birliğinin tesisi yönünde önemli bir adım olmuştur. Şimdi bu politikanın tesisi yollarına bakalım.
Selehaddin Eyyubi, Mısır'a şii Fatimilerden kurtardıktan sonra burayı hızla Sünnileştirmeye çalıştı. Şafi olduğundan Şafiliği ve Eşariliği destekledi. Minarelerde eşari akidesinin ilan edilmesini sağladı. Fakat Mısır'da hatırı sayılır bir Maliki taraftar da vardı. Bu nedenle Mısır'da Şafi ve Maliki mezhebine ait birer medrese inşa etti. Şii kadılar yerine Şafi kadılar atadı.
Selahaddin Eyyubi, İslam birliğini kendisine şiar edindiğinden mezhebi taasubu azaltmak için mücadele etti. Hatta Kahire'de o dönemde hiç Hanefi olmamasına rağmen 1147 yılında burada ilk Hanefi Medrese olan Suyufiye'yi kurdu ve bu medreseye büyük vakıflar bağışladı. Selahaddin Eyyubi'nin açtığı bu çığırı daha sonraki Eyyubi emirleri de devam ettirecek ve Şafi medreseleri yanında Hanefi medreseleri de kuracaklardır. Hatta Kahire'de Hanefi Medresesi sayısı Maliki medresesi sayısını geçecektir.
Eyyubiler dönemindeki en güzel uygulama Hanefi ve Şafi mezheplerinin ortak medrese kurmalarıdır. Böylece Hanefi ve şafiler birbirlerinden bağımsız medrese yerine iç içe girmiş iki mezhebi de öğreten ortak medreseler kurması, mezhep savaşlarını ve taasabunu da yavaş yavaş ortadan kaldırmış oldu.
Dört Mezhebin hak mezhep olması ve birlikte eğitim görmesi uygulamasını ilk kez Abbasi halifesi Mustansır (1234) tarafından gerçekleştirildi. O, Bağdat'ta yaptırdığı ve adını Mustansıriye medresesi verdiği medresesinde Şafi, Hanefi, Maliki ve Hanbeli Mezheplerinin ortak eğitim verdiği ve bu dört mezhebin öğretildiği bir medreseyi açtı. Bu o güne kadar yapılmamış ve denenmemiş bir şey olduğu gibi, İslam tarihinde de devrim niteliğinde bir karardı. Bu çalışma hem dört hak mezhep kavramının yerleşmesini sağladığı gibi, hem de bütün mezhepler devlet destediğini aldığını, kimsenin kimseye tercih edilmediğini görerek aralarındaki mücadele son vermiş oldular. Ayrıca, alimler birbirlerinin ilmi tecrübe ve birimlerinden de istifade etmiş oldular. Alimler arasındaki bu yakınlaşma tabiî ki halk ve avam arasında da yayılacaktır.
Her ne kadar bu mezheplerin tek bir doktrin etrafında toplanması fikri Abbasi Halifesi Mustansır'a ait olsa da bunu yaygınlaştıran, geliştiren Eyyubiler olmuştur. Eyyubi Sultanı Melik es-Salih Kahire'de 1242 yılında dört mezhebin birlikte eğitim gördüğü ortak bir Sünni medrese kurdu. Bu model, daha sonra tüm İslam ülkelerinde benimsenecek ve tüm medreselerde uygulanacaktır. Bu modelin oluşması ile dört mezhebin hak olduğu devlet ve halk tarafından kabul edildiği gibi, bu dört mezhebin de korunmasını sağlamış olacaktır.
Eyyubilerin yerine geçen Memlükler de aynı düşünceyi devam ettirdikleri gibi bunu daha da geliştirdiler. Sultan Baybars 1256 yılında Kahire'de tek bir mezhebe mensup baş kadı uygulaması yerine her mezhebi temsilen dört baş kadı atadı. Bu aynı zamanda mahkemelerin de mezheplere göre tasnifi uygulamasını doğuracak, bu durum öfke ve taasubu ortadan kaldıracaktır. Bir yıl sonra aynı uygulama Şam'da ardından Haleb ve Kudüs'te de hayata geçecektir.
Artık dört kadı ve dört mezhebin birlikte eğitim gördüğü ortak medreseler uygulaması kesinleşecek, Sünni mezhepler arasındaki mücadele sona erecektir. Bu sürtüşme her ne kadar fıkhi mezhepler arasında ortadan kalmış olsa da akide alanında maturudi ve eşari arasındaki sorunların çözülmesi yolunda adımların atılması fikrini doğurdu. Bunun üzerine Taceddin es-Subki Eşari ve Maturudiler arasındaki ihtilaflı konuları tespit edip bunların aslında 7 unsur olduğunu diğerlerin lafzi olduğunu ortaya koydu. Bu çalışma akide alanında da bir birliğin oluşmasına zemin hazırladı. Taftazani'nin Maturudi akidesi olan Nesefi üzerinde bir Eşari olarak şerh yazması bu sorunu tamamen çözdüğü gibi, bu şerh hem eşarilerin ve hem de maturudilerin medreselerinde temel akaid kitabı olarak yüzyıllarca okunmasına yol açtı. Bu sayede mezhepler arasındaki sorun çözülmüş oldu. Osmanlılar da aynı geleneği sürürdüler.
Yani Sünni mezheplerin birbirleriyle tanışmaları ve birbirlerini kabul etmeleri öyle kolay olmamış oldu.