Çin evren biliminde ‘doğum ve ölüm’ üzerine dikkat çeken, diğer çoğu dünya medeniyetinin ve kadim halkların da gelecek nesillerine, kendi kutsal eserleri ve tabletler yoluyla ilettikleri, ortak bir bilgi vardır.

Ortak bilgi’ ifadesi çoğu kişinin dikkatini çekmeyebilir ama biraz düşününce bu ve benzeri bilgileri miras olarak gelecek nesillere bırakan medeniyetlerin aynı coğrafyalarda ve zaman dilimlerinde yaşamadıklarını fark ederiz.

Peki nasıl oluyor da bambaşka fiziksel mekanlarda ve zamanlarda yaşadıkları halde, bu kadim medeniyetler benzer değerleri, birbirlerine çok benzer sözcüklerle dile getirebiliyor ve dahası şimdilerin iletişim araçları olmadığı halde nasıl dünyanın bir başka ucundaki düşünürü, bilim insanını ya da edebiyatçısını etkileyebiliyorlar.

Bazıları için bunun tek açıklaması, ‘aklın yolu birdir’ cümlesidir.

Bu pek de yanlış bir yaklaşım değil, çünkü belli ki dünya gezegeni üzerinde zamana ve mekana bakmaksızın ortak bir yerden beslenen akıllar hep var olmuşlar...

O yer nasıl tanımlanırsa tanımlansın, hepimiz yaşantımızın bir noktasında ‘sanki birilerinin ilham kaynağı olan, onları ilmen besleyen ortak bir akıl var’ diye düşünmüşüzdür.

Yoksa, daha önce de çeşitli platformlarda ifade ettiğimiz gibi, 20 bin yıl öncesinin Avustralya yerlileri ile 5,000 yıl öncesinin Çinli düşünürlerinin ya da 4,000 yıla yakın bir geçmişe ait Orta Amerika’nın usta mimarları Toltekler ile birkaç yüzyıl öncesinde bizim şu an üzerinde yaşadığımız topraklarda yaşayan Rumi’nin neredeyse aynı sözcükleri kullanarak ‘bu dünyada misafir olduğumuzdan’, ‘niyetin öneminden’ ve ‘eve giden yol’dan bahsetmeleri nasıl mümkün olabilirdi ki?

...

Olanın tek açıklaması var dostlar:

‘Mutlak bilgi alanı - zaman ve mekandan bağımsız bir şekilde – kendi titreşimlerini o frekansa uyumlayabilen her zihin ve kalbe, hakikatin kapılarını ardına kadar açmıştır ve o frekansa ulaşabilenler, kendilerine sunulan sırların ışığıyla aydınlanırken, diğer insanları da aynı ışığa davet etmişler.’

Durum bundan ibaret...

Bu ışığa davetlerden bir tanesi de Zhuang Zhou’nun ünlü eseri Chuang Tzu’dur. Bu muhteşem eserde ‘doğum ve ölüm’ şöyle anlatılır:

‘Doğum başlangıç değildir, ölüm de son değildir.’

İnsanoğlu tüm zamanlara ait bir sır duymak istiyorsa, bu sır ona yeter, artar bile.

Zhuang Zhou’nun dizeleri şöyle devam eder:

‘Doğum da vardır, ölüm de;
Biri dışarı doğru olan sonuçtur,
Diğeri içeriye doğru olan sonuçtur.
Böylece, biçimini görmeksizin,
İlahi olanın kapısından bir içeri bir dışarı geçilir.’

Bu manada ‘ana rahmi’ ve ‘mezarı’ birer kapı olarak değerlendirmek, ilahi bir yolculuğu da dünya deneyimi için mevcut bir geçiş alanı olarak değerlendirip doğum ve ölümü bir odadan diğerine geçilen – bir başka deyişle bir frekans boyutundan diğerine geçişi sağlayan – kapılar şeklinde anlamak hiç yanlış olmaz.

Böylece ‘ölmeden ölenlerden olunuz’ tavsiyesiyle bize bir başka sırrın daha hediye edilmiş olduğunu anlıyoruz.

Ve anlıyoruz ki sadece iki kapı yok (yani sadece doğum ve ölüm kapıları yok)!

Doğum sonrasında deneyimlediğimiz bu yaşam rüyası sırasında da bu kapılardan birkaç tanesini fark edebilmek ve hatta açabilmek pekala mümkün.

Ölmeden ölmeyi başarabilenler – diğer ifadesiyle hayattayken rüyada olduklarının farkındalığıyla ruhsal uyanmaya ulaşabilenler – bahsedilen bazı kapıları, yukarıda bahsedilen ikinci kapı olan ‘ölüm kapısından’ önce bulabilirler ve açabilirler.

Anlaşılan o ki ‘doğum dışarı doğru’ olan, ‘ölüm ise içeri doğru’ olan – yani açılan – kapılar.

Dışarı doğru olan kapıdan geçip dünyaya gelen bizler – apaçık görülüyor ki – hakikatler aleminden dışarıya çıkıyor ve bu ömrü – kim bilir kaç kez – deneyimliyoruz.

Dışarıya doğru açılan kapı, aynen evimizde oturmaktan sıkıldığımızda dışarı çıkmamız gibi ‘belli bir amaca hizmet ediyor olmalı’, değil mi?’

Dışarı çıkmak, farklı yerlere ve kültürlere seyahatler yapmak, her şeyden çok ‘yaşadığımız dar alanın dışına çıkıp dünyayı görmek’ ne kadar bizi heyecanlandırsa da, derinlerde bir yerlere yazılı olan (tarih kısmının ‘açık’ bırakıldığı) dönüş biletimizin, yani ‘eve dönüş yolculuğunun bilgisi’, gerçek manasıyla ‘eve dönüşün farkındalığı’, bizi ‘rüyalar alemine ölüp hakikatler dünyasına doğmak üzere, içe doğru açılan kapıyı itme arzusu ve ait olduğumuz frekanslara dönmek’ niyetiyle dolduruyor.

Bu ne güzel bir sır, ne muhteşem bir haberdir dostlar...

‘Dışa açılan kapıdan (hakikat kapısını dışa doğru aralayıp) buralara gelişimiz de, (sonrasında buralardan, yani rüyalar aleminden hakikatler frekansına doğru geçişi sağlayan) içe açılan kapıdan gidişimiz (yani dönüşümüz) de ilahi bir yolculuğun sadece küçük bir kısmını oluşturuyor.'

Sokrat, zehir içerek ölüme mahkum edildiğinde, elindeki zehir kabını tutup içmeden önce Atina halkına dönüp şöyle der:

‘Ey Atina halkı, bana ölümden korkmuyor musun diye soruyorsunuz. Ölümden korkmuyorum.

Neden korkayım ki?

Eğer ‘ölüm’ sizlerin inandığınız gibi ‘sizi kimsenin rahatsız edemeyeceği derin bir uyku hali’yse, sorun yok;; kimse beni rahatsız etmeden uyurum, harika.

Yok ‘ölüm’ benim anladığım gibi ‘benden önce yaşamış alimlerle ve dostlarla karşılaşıp sohbetler edebileceğim mutlak hakikat boyutuna doğru yapılan kutsal bir yolculuksa – ki öyledir,’ bırakın defalarca kez öleyim!’

Sevgi ve Saygılarımla.