Takdir edersiniz ki işim gereği FUTBOLLA çok yakından ilgilenen biriyim. O nedenle,yapacağım saptamanın gerçeği ne denli yansıttığını çok net biliyorum:) Ama,takımların tarihsel kimliklerinden midir, yoksa bu kulüplere gönül bağlayan arkadaşların, dostların varlıklarından oluşan bir izlenim midir, ya da tamamen benim gözlemlerime mi dayanmaktadır tüm bu soruları sizin yazımı okuduktan sonraki düşüncelerinize bırakıyorum.
Takdir edersiniz ki işim gereği FUTBOLLA çok yakından ilgilenen biriyim.
O nedenle,yapacağım saptamanın gerçeği ne denli yansıttığını çok net biliyorum:) Ama,takımların tarihsel kimliklerinden midir, yoksa bu kulüplere gönül bağlayan arkadaşların, dostların varlıklarından oluşan bir izlenim midir, ya da tamamen benim gözlemlerime mi dayanmaktadır tüm bu soruları sizin yazımı okuduktan sonraki düşüncelerinize bırakıyorum. Bana futbol kulüplerinin hep bir kişilikleri varmış, her biri ayrı dünyalara ait imişler gibi gelir.
Sözgelimi, Galatasaray denince, aklıma hep eğitim düzeyi yüksek, entelektüel yanı ön planda bir camia gelir. Beşiktaş taraftarı ise, benim nazarımda, Boğaz'a vakurla bakar, kendinden emin, saraylı ve asil bir imgedir. Fenerbahçe taraftarını ise (Ne kadar yakın ve güçlü bir bağ içinde olduğumu herkes bilir Fenerbahçeliyimdir) tabiat ve güzellik düşkünü, ince bir zevke sahip, geleneklerine bağlı,ülkesini seven, Atasına gönülden bağlı, Cumhuriyetin neferliğini yapan, aynı zamanda bu ülkenin en büyük Sivil Toplum Kuruluşu görevine sahip 30 milyonluk ordusuyla devrimleri gerçekleştirmeye her an hazır imajıyla korku salan, tek başına ama sıcakkanlı ve samimi bir portrede görürüm. Mesela, bendeki imgeye göre, bir Galatasaraylı Beyoğlu'ndaki bir kalede arkadaşlarıyla entelektüel söyleşiler yapmaktan, bir Beşiktaş taraftarı Boğaz'a karşı dostlarıyla bir lokantada bir şeyler yiyip içmekten, bir Fenerbahçe taraftarı ise, Anıtkabir'de milyonlarla beraber, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu babasına bağlılık yemini ederken görünmeyen orduların en cesur neferliğini yaparken en fazla haz alır.
Dediğim gibi,pek çok istisnayı içermesi muhtemel bu öngörümün hakikatle ne kadar örtüşür yanı var bilemiyorum, ama bendeki karşılığı budur. Öyle sanıyorum, bu izlenimde, futbol kulüplerinin tarihi ya da tanıdığım taraftarları kadar,kulüplerin konuşlandığı semtlerin algımıza sirayet eden ruhlarının da bir tesiri vardır.
Fenerbahçe Stadı denince, çok eski Kadıköy'lülerin aklına Papazın Bağı gelir. Stadın bugün bulunduğu yer ile Söğütlüçeşme İstasyonu arasında uzanan bir bahçeydi Papazın Bağı. Osmanlı döneminde bu bölgenin adı,'Hadika ı Basariye"ydi.
Bu, saray dışındaki çiftlik ve koruluklara verilen bir addı. 20. yy. başlarında, burası, Bağdat Caddesi'nin tozlu ve bozuk havasına girmeden önce, adeta yemyeşil bir vaha gibiydi. Erik,ayva, armut, hünnap, kayısı ve ceviz ağaçlarının ağırlıkta olduğu bu bahçenin üzümleri de meşhurdu ki, bu nedenle burayı "Papazın Bahçesinden ziyade "Papazın Bağı" olarak bilenlerin (ya da bu şekilde anmayı tercih edenlerin) sayısı daha fazlaydı. Bahçede bir bostan bulunur, başı dönmesin diye gözleri bağlı bir at, su dolabını durmaksızın döndürerek suyu yukarı çeker, dolap biteviye gıcırdar durur, günlerden pazarsa rahibe okulunun kızları gelir, bu yeknesak gıcırtının musikisinde papatya toplarlardı.
Bu cennet misali bahçeye adını veren Papaz kimdi?
Bilinenin aksine (zira konuya kısmen vakıf eski Kadıköy'lüler arasında bile bir Rum papazı olduğu" bilgisi daha yaygındır)bahçenin adının halkın hafızasında bu şekilde yer etmesine vesile olan, bir Rum papazı değil, Katolik Ermeni bir aileye mensup Andon Hassunyan'dır. 13 Haziran 1809'da Beyoğlu Lale Sokak'ta doğmuş, Ermeni Katolik Patrikliği'ne kadar yükselmiş, hayatının ilerleyen yıllarında Fenerbahçe Stadı'nın bulunduğu yerden başlayarak, Şimdiki Söğütlüçeşme İstasyonu'nu da içine alacak şekilde büyük bir arazi satın almıştı.
Haydarpaşa-Izmit demiryolu yapılınca bahçe, raylarca ikiye bölünmek durumunda kaldı. Bunun üzerine Hassunyan'ın ısrarıyla demiryolunun üzerine bir köprü yapılarak köşkün alt ve üst bahçeleri yeniden birbirine bağlandı. Ne var ki, bu çaba, hazin bir öyküye uzanacaktı.
Birinci Dünya Savaşı senelerinde asker sevkiyatı yapılırken, mevcut vagonların yetersizliği nedeniyle vagonların üstüne de askerler yerleştirilmişti.Tren, Hassunyan'ın bahçesinden geçmekte iken, böyle bir köprüyü hiç beklemeyen askerlerin bir bölümü kafasını köprüye çarpmışlar; kafalarının ağır yaralandığı, hatta parçalandığı korkunç bir facia yaşanmıştı.Bu olaydan sonra köprü yıktırıldı ve bahçe yalnız iki parçaya ayrılmadı, bambaşka bir kimliğe de büründü.Köşk, bir müddet rahibe barınağı olarak kullanıldı; bahçesi ise, bir dönem cinsel kaçamaklar için "aranan bir mekan" oldu; düzlüğü ise, Fenerbahçe Futbol Kulübü'nün sportif alanı olacaktı.
Nitekim Fenerbahçe Stadı burada yükseldi. Stadın öyküsü, kulübün kurulduğu yıllara kadar uzanır. 1908 II. Meşrutiyeti sonrası, yıllığı 30 altına olmak kaydıyla Papazın Bağı'nın bir bölümü top sahası olarak kiralandı. 1924'te Taksim Stadı açılana kadar önemli müsabakaların neredeyse tümü burada oynandı. Mayıs 1932'de ise, dönemin belediye başkanı, Muhiddin Üstündağ'ın katıldığı bir törenle, stad resmen Fenerbahçe Spor Kulübü'ne satıldı. Gerekli paranın bir bölümü ATATÜRK tarafından karşılanırken, geri kalan kısmı Fenerbahçe Eşya Piyangosu aracılığıyla temin edildi. 1947'de İnönü Stadı yapılana değin yine en önemli stad konumundaydı.1949 ve 1982'de stada yeni eklemeler yapılırken, 1993'te gece maçları da oynanabilecek biçimde ışıklandırıldı. Stad bugünkü (dünya ölçütlerindeki) halini 2006'da almıştır.
Kadıköy'ün en eski çeşmelerinden Ömer Efendi Çeşmesi de, bu bölgede bulunmaktadır.1772 tarihinde yaptırılan bu çeşme, gerek bölgenin su kaynaklarının zenginliğinden, gerekse Bağdat yolunun başında bu tür sebillere duyulan ihtiyaçtan olsa gerek, bölgedeki çok sayıda çeşmeden biriydi. Buna karşın, beklenmedik bir biçimde, 1920'lerin sonunda sularının zehirli olduğu, içen atların zehirlendiği gerekçesiyle yıktırılacaktı Bunun hakikat payı olabilir miydi? Kim bilir, belki. Ama peşi sıra, çeşmenin yanında bulunan namazgahın da yerle bir oluşu, (dönemin genel politikaları da düşünülünce) akla başka ihtimalleri de getiriyordu.
Papazın Bağı'ndan geriye, değil bağlar, bahçeler, Söğütlüçeşme Tren İstasyonu ile Bağdat Caddesi arasındaki küçük ağaçlık bölge dışında, üzerine basılacak toprak bir alan bile kalmadı; stad, stad çevresindeki evler ve asfaltlanan yollarla üzeri kat kat betonla örtüldü.
Geçmiş bugünle imgelendiğinde gelecek adına en sağlam temel atılmış demektir 😉