Baş, insan ve hayvanlarda beyin, göz, kulak, burun, ağız gibi organları bünyesinde bulunduran, vücudun üst veya önündeki bölümdür. Dilimizde baş; kafa, ser olarak da kullanılır.  Baş, bu temel anlamının dışında kullanıldığı yere göre yönetici, yöneten, başlangıç, yüksek nokta, adet, bir şeyin yakını ve çevresi, önemli, üstün gibi anlamlara da gelir.

Görüldüğü gibi baş, dilimizde kapsam ve işlev yönleriyle çok ayrı bir yere ve lükse sahiptir. Öyle ya baş olmazsa gövde, ona bağlı kol el ve ayaklar neye yarar? Gözlerin, kulakların, burnun, ağzın, dilin, dişlerin en önemlisi de düşünen, yorumlayan, kontrol eden ve yöneten beynin yer aldığı vücudumuzun bu bölümüne gerekli özeni göstermemek, görmezden gelmek, küçümsemek neresinden bakarsanız bakın insana hakarettir. Öyle baş deyip de geçemezsiniz! Yaratan’ın eşrefi mahlûkat olarak nitelendirdiği insanın gizem dolu harika organı beyni muhafaza eden başı önemsememek… Yok, yok; “baş” dendi mi orada duracak, başınızı ellerinizin arasına alarak “başın,  baş tacı” olduğunu “başa” hissettireceksiniz.

Ne demiş atalarımız; “baş ağır gerek, kulak sağır.” Biz de başın hakkını verip dedikodulara kulak tıkayarak “başın dil ile tartıldığının” bilincinde, çizgimizden taviz vermeden yürüyeceğiz. Yürüyeceğiz de “baş da başlığını bilecek.” “Başımıza çorap örmeyecek, milletin başını belaya sokmayacak.” Kısacası ve özü; böylesine kıymet verdiğimiz baş,  “baş belası olmayacak.” “Baş”, bizi adam gibi yönetecek.  Yönetme dedim de aklıma düştü. Bildiğiniz gibi acılı ve sancılı bu coğrafyada “başımızı koltuğumuza alarak yaşıyoruz.” Bu yetmiyormuş gibi bir de başımızdakilerin “başlarında kavak yelleri esmesi” bize daha fazla acı, daha fazla sancı verir.

Sabır küpü bu milletin, uysallığına bakıp da; “başına vur lokmasını ağzından al” diyenlerin akıllarına şaşayım. Bu millet sabırlıdır; ancak yalanı ve aldatılmayı hiç mi hiç sevmez. Bu gerçeği sağır sultan dahi gördü, yaşadı, anladı; ancak okuma özürlü, yeni yetmeler, hâlâ anlayamadılarsa bu onların düşüncesizliğini, basitliğini ve basiretsizliğini gösterir. Hele de “başına güneş geçen”; endamına, mevkiine, statü ve tartışmalı mal varlığına güvenerek yönettiklerine tepeden bakanları; çıkarı için “başa güreşenlerin” hileli hakemliğine soyunanları affetmesi mümkün değildir. Onun için “baştakiler”; ben “başıma buruğum”, güçlüyüm, istediğimi yapar, alacağımı alırım dememeliler. Dedik yine diyoruz; bu millet “baş tacı” ettiği insanların, samimiyetsizliklerini, ikiyüzlülüklerini, aymazlık ve ihanetlerini gördü mü “başlarına taç” ettiklerinin “başını ezmesini” de bilir.   

Neyse “başınızı fazla ağrıtmadan” biz yine; “baş sağlığı, dünya varlığı”, diyerek “başa dönelim.” Dünyada; “tasasız baş arıyorsanız bostan korkuluğuna bakın”, demiş atalarımız. Kanlı canlı insan bostan korkuluğu olmadığına göre derdi de eksik olmayacaktır. “Dertsiz baş terkide gerek.” Ziya Paşa ne güzel ifade etmiş: “Bir katre içen çeşme-i pür-fenadan/Başın alamaz bir dahi baranı beladan.” Günümüz Türkçesi ile: Faniliğin kan dolu çeşmesinden bir yudum içen/ başını bir daha bela yağmurlarından kurtaramaz.  Öyle ya madem geldik dünyaya derdimiz de olacak elbet. Azerbaycanlı şair Nebi Hazri “Dertliler dünyada yarı peygamber/Dertsizler dünyada yarım insandır.” ,demişti bir şiirinde. Biz de, bize yarı peygamberlik unvanı kazandıran dertlerimizin bizi miskinleştirmesine müsaade etmeden Akif’in de veciz olarak ifade ettiği gibi kendimize: “Ey dipdiri meyyit! “iki el bir baş içindir.”/Davransana… Eller de senin, baş da senindir!” ,demeli ve dertlerimizle “başa baş dişe diş” mücadele etmeliyiz.

“Ayağı yürüten baştır”, demiş atalar; ancak “baş” da yanılabilir. Biz, “ayağa değmedik taş, başa gelmedik iş olmaz”, sözüne amenna demişiz. “Bir sürçen atın başı kesilmez” sözünün de arkasında durmuşuz; ancak, hatada ısrarın affı yoktur. Ne demişti Osman Bölükbaşı; “Baş olanlar öğünmesin /Ne gelirse başa gelir/ Diz toprağa yaslanır da/ Baş düşerse taşa gelir.” Dedik ya baş hatada ısrar etmemelidir. Hatada ısrar koku yapar. Koku da bize; “balık baştan kokar”, sözünü ve o sözün arkasındaki gerçeği hatırlatır. Unutmayalım ki “bir baş soğan bir kazanı kokutur.” O halde “baş, başlığının sorumluluğunun idraki içerisinde olmak zorundadır.” Olmazsa? Kolayı var, oldurulur.

Baş, baş dedik de boyuna sıra gelmedi. Bilirsiniz “başı taşıyan boyundur.” Ancak, “boyun, başı eğmek için değil dik tutmak için yaratılmıştır.”