Şubat ayında, ABD’nin yeni başkanı Donald Trump ve yönetimi, Çin’den ithal edilen tüm çelik ve alüminyum ürünlerine gümrük vergisi uygulama kararı aldı. Bu, Trump’ın yeni döneminde Pekin’i doğrudan hedef alan ilk adımı oldu.

Çin, dünyanın en büyük çelik üreticisi konumunda. Her ne kadar Amerika, Trump’ın ilk döneminde uygulamaya koyduğu ve Joe Biden yönetiminin sürdürdüğü tarifeler nedeniyle Çin’den doğrudan çok az çelik ithal etse de, Çin çeliği dolaylı yollarla ABD pazarına ulaşmaya devam etti. Başka ülkeler, Çin’den çelik alarak onu yeniden Amerika’ya ihraç etti.

Beklendiği gibi Çin’in karşılığı gecikmedi. Pekin yönetimi, ABD’den ithal edilen tavuk, buğday, mısır ve pamuğa %15; kırmızı et ve süt ürünlerine ise %10 gümrük vergisi koyacağını duyurdu. Bu hamle, iki ülke arasındaki ticaret savaşının daha da tırmanacağına işaret ediyordu.

çin abd gümtük savaşalrı

Bu yoğunlaşan gümrük vergisi savaşı, Çin’in son yirmi yılda kaydettiği çarpıcı ve istikrarlı ekonomik büyüme karşısında ABD’nin duyduğu endişeyi açıkça yansıtıyor. Çin, küresel ekonomide ABD’ye gerçek bir rakip haline geldi. Dünya Bankası’nın 2023 verilerine göre, Çin’in Gayri Safi Yurtiçi Hasılası (GSYİH) 17,8 trilyon dolar iken, ABD’nin GSYİH’si 27,7 trilyon dolara ulaşıyor.

Ancak bu ekonomik rekabet, küresel sistemi kimin yöneteceğine dair çok daha büyük bir siyasi mücadeleyi de içinde barındırıyor. 1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte ABD, dünya sahnesinde rakipsiz bir süper güç olarak kaldı ve küresel düzeni şekillendiren tek aktör haline geldi. Ancak bugün, Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisi, Çin’in "küresel düzeni değiştirme arzusu ve kapasitesine sahip tek aktör" olduğunu kabul ediyor. Üstelik Çin’in, Batı dünyasının hâkim olduğu siyasal ve kültürel sistemden tamamen farklı bir yapıdan gelmesi, Washington’un gözünde bu durumu daha da endişe verici hale getiriyor.

Bu bağlamda, Washington ile Pekin arasındaki gerilim, sadece iki dev gücün küresel arenada çarpışması olarak değil, dünyanın geleceğini yeniden şekillendirecek bir rekabet olarak değerlendiriliyor. Bu durum, uluslararası ilişkiler disiplininde giderek daha fazla ilgi uyandırıyor.

Çin, hızla küresel bir süper güç olma yolunda ilerlerken, Amerikalı ünlü siyaset bilimci John Mearsheimer’ın 1990’larda ortaya koyduğu ve “Saldırgan Realizm” olarak bilinen teorisi de yeniden gündeme geliyor. Bu teori, uluslararası sistemin geleceği ve özellikle ABD-Çin mücadelesi açısından oldukça karamsar bir öngörüde bulunuyor.


Gerçekçilik: Savunmacılar ve Saldırganlar Arasında

Uluslararası ilişkiler teorisyenleri günümüzde iki ana akıma ayrılmaktadır: gerçekçi ve idealist (liberal) akımlar. Daha yeni bir yaklaşım olan liberal idealizm, Avrupa Aydınlanma hareketinden doğmuş ve uluslararası ilişkilerde güce dayalı rekabetin veya çatışmanın doğal bir durum olmadığını savunan bir teori geliştirmiştir. Bu görüşe göre, nihai amaç küresel istikrar ve barışın sağlanmasıdır.

Bu idealist akım, Sovyetler Birliği’nin çöküşü, ABD’nin dünya üzerindeki tek hâkim güç haline gelmesi ve Berlin Duvarı’nın yıkılması gibi gelişmelerin ardından büyük bir ivme kazandı. Doğu Avrupa’nın liberal demokrasiye katılımıyla birlikte, küresel sistemin geleceğine dair büyük bir iyimserlik dalgası yayıldı.

Sovyetlerin Çöküşü

Doğu ile Batı arasındaki ideolojik mücadelenin liberalizmin zaferiyle sona erdiği düşüncesi, özellikle Amerikalı siyaset bilimci Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu ve Son İnsan” (The End of History and the Last Man) teorisinde kendisini gösterdi. Fukuyama, Batı tarzı temsilî demokrasinin ve serbest piyasa ekonomisinin artık tartışmasız bir model haline geldiğini ve dünya çapında çatışmaların azalacağını öne sürdü.

İdealistlerin temel varsayımlarından biri de demokratik devletlerin birbirleriyle savaşmayacağı düşüncesiydi. Bu nedenle, gelecekte savaşların tarihe karışacağına ve artık ülkelerin silahlı çatışmalara ihtiyaç duymayacağına inanıldı.

Bu iyimserlik, Batı-Çin ilişkilerine de yansıdı. Pekin’in ekonomik gelişiminin, orta sınıfı güçlendireceği ve sonunda Çin’i demokratik bir devlete dönüştüreceği fikri hâkimdi. Bu görüş, Amerikalı sosyolog ve tarihçi Barrington Moore’un, “Demokrasi olmadan güçlü bir orta sınıf gelişemez” teziyle örtüşüyordu. Moore’un “Diktatörlüğün ve Demokrasinin Sosyal Kökenleri” adlı çalışması, ekonomik kalkınmanın demokrasiyi kaçınılmaz kıldığı fikrini destekliyordu.

Gerçekçilerin Güç Temelli Yaklaşımı

Buna karşılık, gerçekçilik teorisini savunanlar, uluslararası sistemin doğası gereği rekabetçi ve çatışmacı olduğunu vurgulamaktadır. Onlara göre güç, uluslararası ilişkilerde belirleyici bir faktördür ve ahlaki değerlerin siyasetteki etkisi sınırlıdır.

Gerçekçilik, akademik terminolojisi ve teorik evriminden bağımsız olarak, tarih boyunca baskın yaklaşım olmuştur. Kökleri, Antik Yunan tarihçisi ve komutanı Thukydides’e kadar uzanır. Thukydides, Peloponez Savaşı’nda (M.Ö. 431-404) Sparta’nın, Atina’nın güçlenmesinden duyduğu korkunun savaşı tetiklediğini öne sürmüştür. Bu analiz, modern siyaset bilimci Graham T. Allison’ın “Thukydides Tuzağı” (Thucydides Trap) kavramının temelini oluşturmuştur. Bu teoriye göre, yükselen bir güç (Çin) karşısında mevcut süper güç (ABD) kendisini tehdit altında hisseder ve bu durum genellikle savaşla sonuçlanır.

Tarih boyunca, gerçekçi düşünürler gücün uluslararası düzeni şekillendirdiğini ve ahlakın bu alandaki rolünün sınırlı olduğunu savunmuştur. Ancak bu görüş, farklı düşünürler tarafından farklı şekillerde ele alınmıştır. İtalyan filozof Niccolò Machiavelli, siyasette ahlaki ideallere yer olmadığını vurgulamış ve “Prens” adlı eserinde, iktidarı korumanın en önemli hedef olması gerektiğini belirtmiştir. İngiliz filozof Thomas Hobbes ise uluslararası sistemi “herkesin herkese karşı savaşı” olarak tanımladığı doğal kaos hali (state of nature) ile açıklamıştır.

İngiliz Filozof Thomas Hobbes

İngiliz filozof Thomas Hobbes

Hobbes, bireylerin kaotik bir ortamdan kurtulmak için devlete bağlılık gösterdiğini savunsa da, devletlerin kendi aralarındaki ilişkilerde aynı kaosun sürdüğünü ileri sürmüştür. Ona göre, devletler güç ve otorite peşinde koşmaya devam edecek ve kendi çıkarlarını korumak için diğer devletleri sömürmeye çalışacaktır.

Bu bağlamda, saldırgan gerçekçilik teorisini geliştiren John Mearsheimer, uluslararası sistemin kaçınılmaz olarak büyük güçler arasında bir mücadeleye sahne olacağını ve ABD-Çin rekabetinin de bu çatışma döngüsünün bir parçası olduğunu öne sürmektedir.


Savunmacı ve Saldırgan Gerçekçilik

Klasik gerçekçilerin (Hobbes ve Machiavelli gibi) düşünceleri, çatışmaların nedenlerini yalnızca insan doğasının kötücül yönlerine veya devletlerin jeopolitik konumlarına indirgemeleri nedeniyle eleştirilmiştir. Bu yaklaşım, uluslararası ilişkilerdeki çatışmaları tam olarak açıklayamadığı için, daha kapsamlı bir teorik çerçeve oluşturma ihtiyacı doğmuştur.

Machiavelli

Machiavelli

Bu bağlamda, 1979 yılında yayımlanan “Uluslararası Politikanın Teorisi” (Theory of International Politics) adlı kitabıyla Kenneth Waltz, “Neorealizm” veya “Yapısal Gerçekçilik” olarak bilinen yaklaşımın temellerini atmıştır. Bu teorinin en önemli katkılarından biri, uluslararası sistemin doğal olarak kaotik (anarşik) olduğu fikridir.

Waltz’a göre, devletlerin iç yapıları hiyerarşik ve düzenli olabilir; ancak uluslararası sistem, herhangi bir merkezi otoritenin bulunmadığı anarşik bir yapıya sahiptir. Bu ortamda tüm devletler benzer işlevlere sahiptir; farklılıkları yalnızca kapasitelerinin büyüklüğünden kaynaklanır. Bu devletlerin öncelikli amacı hayatta kalmak ve güvenliği sağlamaktır.

Bu noktada, güvenlik arayışı konusunda gerçekçiler iki ana gruba ayrılmaktadır:

Savunmacı Gerçekçiler (Defensive Realists): Bu grup, Stephen Walt ve Barry Buzan gibi isimler tarafından temsil edilmektedir. Savunmacı gerçekçilere göre, devletler genellikle savaşın maliyetlerinin faydalarından daha fazla olduğunu fark eder ve açık bir tehdit olmadığında saldırgan bir dış politika benimsemek için bir motivasyonları yoktur. Bu nedenle, devletler arasındaki iş birliği çoğu zaman çatışmadan daha olası ve daha rasyoneldir. Ayrıca, savunmaya yönelik askeri harcamalar, saldırgan genişleme politikalarına kıyasla daha az maliyetlidir.

Saldırgan Gerçekçiler (Offensive Realists): Bu grup, devletlerin yalnızca hayatta kalmayı hedeflemediğini, aynı zamanda güçlerini sürekli artırmaya ve diğer devletlerle olan farkı açmaya çalıştığını savunmaktadır. Onlara göre, güç kazanımı, devletlerin güvenliğini sağlamanın tek yoludur. Bir devlet mutlak güvenlik elde etmek istiyorsa, bölgesinde veya uluslararası sistemde hegemonya kurmalıdır.

Saldırgan gerçekçilere göre, güçlü devletler, zayıf devletleri baskı altına alarak avantajlarını pekiştirirler. Eğer bir devlet, bu avantajı elinde tutamazsa, rakipleri güçlenerek kendisi için bir tehdit oluşturabilir. Bu nedenle, savaş veya çatışma kaçınılmaz hale gelir.

Büyük Güçlerin Trajedisi ve Mearsheimer’ın Görüşleri

Amerikalı siyaset bilimci John Mearsheimer, saldırgan gerçekçiliğin en önemli isimlerinden biridir. “Büyük Güçler Siyasetinin Trajedisi” (The Tragedy of Great Power Politics) adlı kitabında, uluslararası sistemin beş temel özelliğinin devletleri sürekli güç mücadelesine yönelttiğini savunur:

Uluslararası sistemin anarşik yapısı: Bu, tüm gerçekçilerin ortak kabul ettiği temel bir ilkedir. Dünya üzerinde, bir devletin diğerine saldırmasını engelleyecek üst bir otorite bulunmamaktadır. Bu nedenle, zayıf devletler, kendilerini koruyabilmek için yalnızca kendi kapasitelerine güvenmek zorundadır.

John Mearsheimer

Sadece büyük güçlerin saldırı kapasitesine sahip olması: Küresel sistemde askeri olarak saldırgan güçler yalnızca büyük devletlerdir. Bu da, küresel rekabeti şiddetlendiren bir unsur haline gelir.

Devletlerin niyetlerinden emin olunamaması: Hiçbir devlet, diğer devletlerin uzun vadeli hedeflerinden tam anlamıyla emin olamaz. Bugün dost olan ülkeler, yarın düşman haline gelebilir. Örneğin, ABD ve Sovyetler Birliği, Nazi Almanyası’na karşı II. Dünya Savaşı sırasında müttefik olmuş, ancak savaş sonrası hızla düşman haline gelmiştir.

Güç mücadelesinin temelinde güvenlik kaygısı bulunması: Büyük güçler, güvenliklerini garanti altına almak için sürekli olarak rakiplerini dengelemeye çalışır. Bu da devletler arasında bitmeyen bir rekabet doğurur.

Devletlerin rasyonel aktörler olması: Mearsheimer’a göre, devletler duygulara göre değil, kazanç-kayıp hesaplamalarına göre hareket eder. Bu nedenle, güç kazanımı devletlerin en temel hedefi haline gelir.

Bu beş özellik, Mearsheimer’a göre, devletlerin sürekli olarak rekabet etmelerine ve birbirlerine karşı saldırgan bir tutum sergilemelerine yol açmaktadır. Devletler, başka bir ülkenin yükselmesini kendi güvenlikleri açısından bir tehdit olarak görmektedir.

ABD-Çin Rekabeti: Yeni Bir Çatışmanın Eşiğinde mi?

Tarih, Mearsheimer’ın saldırgan gerçekçilik teorisinin nasıl işlediğini göstermektedir. Örneğin, II. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin askeri gücü rakipsizdi. Amerika, savaşın ana finansörü haline gelmiş, müttefiklerini silahlandırmış ve dünyada ilk kez nükleer silah kullanmıştır. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları, ABD’nin küresel askeri üstünlüğünü ilan etmesini sağlamıştır.

Ancak, bu üstünlük Sovyetler Birliği’nin nükleer silah üretmesiyle kısa sürede tehdit altına girdi. ABD’nin 1951’de hidrojen bombası üretmesi, 1955’te Sovyetler tarafından da taklit edildi ve böylece küresel bir nükleer silahlanma yarışı başladı.

1962’deki Küba Füze Krizi, ABD-Sovyetler rekabetinin nükleer savaşın eşiğine kadar geldiği bir örnek olarak kayıtlara geçti. Sovyetler Birliği, Küba’ya nükleer başlık taşıyan füzeler yerleştirdiğinde, ABD bunu doğrudan bir tehdit olarak algıladı ve kriz, dünya çapında büyük bir gerilime yol açtı.

Bugün, aynı rekabetin ABD ve Çin arasında yaşandığını söylemek mümkün mü?

Çin’in hızla büyüyen ekonomisi ve askeri gücü, ABD tarafından büyük bir tehdit olarak algılanıyor. ABD, Çin’in küresel sistemde daha güçlü bir aktör olmasını engellemek için ekonomik yaptırımlara, ticaret savaşlarına ve askeri caydırıcılığa başvuruyor. Çin ise, özellikle Güney Çin Denizi’ndeki askeri varlığını artırarak ve ekonomik gücünü genişleterek, ABD’nin küresel hâkimiyetine meydan okuyor.

Mearsheimer’ın teorisine göre, ABD ve Çin arasındaki bu rekabetin savaşa dönüşme ihtimali her geçen gün artıyor. Eğer ABD, Çin’in güçlenmesini kendisi için varoluşsal bir tehdit olarak görmeye devam ederse, gerilim tırmanabilir ve dünya yeni bir büyük güçler savaşına sürüklenebilir.

Nükleer Denge ve Soğuk Savaşın Barışı

Sonunda, ABD ve Sovyetler Birliği, nükleer silahlarla birbirlerine karşı mutlak bir üstünlük sağlayamayacaklarını kabul etti. Her iki tarafın da birbirini tamamen yok edebilecek kadar güçlü olduğu gerçeği, nükleer caydırıcılığa dayalı bir “nükleer barış” ortamının oluşmasına yol açtı. Bu denge, rasyonel kazanç-kayıp hesaplamalarının etkisiyle savaşın önlenmesini sağladı.

Soğuk Savaş

Ancak, bu Soğuk Savaş barışı her bölge için geçerli değildi. Bazı üçüncü dünya ülkeleri için bu barış sadece Batı ve Doğu blokları arasında geçerliydi, ancak Küresel Güney’de çatışmalar devam etti.

Hegemonya Politikaları ve ABD’nin Yükselişi

Sovyetler Birliği’nin 1990’ların başında çöküşüyle birlikte, ABD’nin dünya üzerindeki mutlak hâkimiyete ulaşacağı düşünüldü. Ancak, kısa sürede anlaşıldı ki mutlak hegemonya, rakipler olmadan bile, dünya üzerindeki genişlik ve çeşitlilik nedeniyle imkânsızdır.

John Mearsheimer, bu noktada ABD’nin bile küresel düzeyde tam anlamıyla hegemonya kuramamasının temel nedenlerinden birinin “su engeli” (stopping power of water) olduğunu savunur. Dünya yüzeyinin büyük kısmını okyanuslar ve denizler kapladığı için, hiçbir devlet tek başına tüm dünyaya doğrudan hâkim olacak kaynaklara sahip değildir.

Bu nedenle, büyük güçlerin ilk hedefi bölgesel hâkimiyet sağlamak olmalıdır. Bir devlet, önce kendi bölgesinde açık bir üstünlük kurmalı ve komşularının kendisine tehdit oluşturmasını engellemelidir. Bunun için komşu devletlerden çok daha güçlü olmak ve onlara manevra alanı bırakmamak gerekmektedir.

Ancak, bir büyük güç kendi bölgesinde hâkimiyet sağladıktan sonra, doğrudan rakiplerine aynı şeyi yapma fırsatı vermemek için onların bölgesel etkisini sınırlamaya çalışacaktır. Çünkü, bölgesinde tam kontrolü sağlayan bir rakip, küresel sahnede daha büyük bir tehdit haline gelir.

Bu strateji, önce bölgesel hâkimiyet sağlama, ardından rakiplerinin bölgesel hâkimiyet kurmasını engelleme ve en sonunda küresel etki alanlarını genişletme şeklinde ilerler. Mearsheimer’a göre, bu model sadece ABD’nin değil, tüm büyük güçlerin uluslararası sahnedeki davranışlarını anlamak için temel bir çerçeve sunar.

ABD’nin Tarihsel Genişlemesi ve Küresel Müdahaleleri

ABD’nin tarihine bakıldığında, bu stratejinin birebir uygulandığını görmek mümkündür. Amerika Birleşik Devletleri, başlangıçta küçük kolonilerden oluşan bir yapıydı. Ancak, zamanla batıya doğru genişleyerek Pasifik Okyanusu’na ulaştı.

Texas’ın Meksika’dan alınması,
Alaska’nın Rusya’dan satın alınması,
Louisiana’nın Fransa’dan satın alınması,
Kanada’nın güney bölgelerine yönelik işgal girişimleri,
ABD’nin bölgesel hâkimiyet kurma sürecinin bir parçasıydı.

Bölgesel güvenliğini sağladıktan sonra, ABD küresel dengelere müdahale etmeye başladı. Bunun ilk örneklerinden biri, I. Dünya Savaşı’na 1917’de katılarak Almanya ve Osmanlı Devleti gibi büyük güçlerin Avrupa’daki etkisini dengeleme çabasıydı. ABD, İngiltere, Fransa ve Rusya ile ittifak yaparak Almanya ve müttefiklerine karşı savaşa girdi.

Benzer şekilde, II. Dünya Savaşı’nda da ABD, hem Avrupa’da hem de Asya-Pasifik bölgesinde savaşarak küresel dengeyi etkilemeye çalıştı.

1941’de Almanya’nın Avrupa’daki hâkimiyetini sona erdirmek için İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği ile birlikte hareket etti.

Japonya’nın Pearl Harbor’a saldırmasının ardından, ABD Asya-Pasifik bölgesinde Japonya’ya karşı savaşa girdi ve sonunda Japonya’nın teslim olmasıyla savaş sona erdi (Ağustos 1945).

Bu müdahaleler, ABD’nin rakip güçlerin bölgesel hâkimiyet kurmasını önleme stratejisinin somut örnekleridir.

Soğuk Savaş ve Küresel Çatışmalar

ABD, Soğuk Savaş boyunca da bu stratejiyi sürdürdü. Özellikle, komünizmin yayılmasını engellemek için Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki çatışmalara müdahil oldu.

Bunun en belirgin örneği, Vietnam Savaşı’dır (1955-1973).

Fransa, 1954’te Dien Bien Phu Muharebesi’nde Vietnamlı komünist lider Ho Chi Minh’in güçlerine yenildi. ABD, Sovyet etkisinin Güneydoğu Asya’ya yayılmasını önlemek için Vietnam’a doğrudan askeri müdahalede bulundu. ABD, 18 yıl boyunca Vietnam’da süren savaşa büyük kaynak ayırdı, ancak sonunda başarısız oldu ve geri çekildi.

Mearsheimer’a göre, Vietnam Savaşı, büyük güçlerin bölgesel hâkimiyet sağlamaya çalışan rakiplerini dizginleme çabalarının tipik bir örneğidir.

Vietnam Savaşı

ABD-Çin Rekabetinin Geleceği: Yeni Bir Soğuk Savaş mı?

Tarihsel veriler ışığında, ABD’nin Çin’in bölgesel hâkimiyet kurmasını engellemek için benzer bir strateji izlemesi muhtemeldir.

Çin, ekonomik ve askeri açıdan güçlenirken, ABD bu yükselişi durdurmak için çeşitli hamleler yapmaktadır:

Tayvan’a askeri destek sağlamak,
Güney Çin Denizi’nde askeri varlığını artırmak,
Çin’in teknoloji sektörüne yönelik yaptırımlar uygulamak (Huawei, TikTok vb.),
Hint-Pasifik bölgesinde Japonya, Güney Kore ve Hindistan ile ittifaklar kurmak.
Mearsheimer’ın saldırgan gerçekçilik teorisine göre, bu tür hamleler, ABD ve Çin arasındaki gerilimin zamanla bir sıcak çatışmaya dönüşme riskini artırmaktadır.

Eğer ABD, Çin’i bölgesel bir hegemonya kurmaktan alıkoyamazsa, Çin’in küresel bir güç olarak yükselmesi kaçınılmaz.

ABD'nin Küresel Müdahaleleri ve Çin’in Yükselişi

1980’lerde ABD, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’daki etkisini kırmak amacıyla Afgan mücahitlerine silah ve finansal destek sağladı. Sovyetlerin çekilmesinin ardından, 1990’larda ABD, Irak’ın Körfez ve Orta Doğu’daki olası hegemonyasını engellemek için uluslararası bir koalisyonun başını çekti.

Çin ve ABD: Kaçınılmaz Rekabet

John Mearsheimer’a göre, Çin, yükselen bir küresel güç olarak, geçmişte ABD’nin izlediği yolu takip ediyor.

Öncelikle, Pekin bölgesel hâkimiyet kurma yolunda ilerlemeye çalışıyor, ancak bu süreçte ABD’nin Asya-Pasifik bölgesindeki güçlü varlığıyla karşı karşıya geliyor. Tayvan, Güney Kore ve Japonya gibi Çin’e yakın bölgelerde ABD’nin askerî üsleri ve ittifakları, Pekin’in etkisini sınırlayan büyük engeller oluşturuyor.

Tayvan, Çin’in ayrılmaz bir parçası olarak görülüyor, ancak ABD’nin desteğiyle bağımsız bir varlık olarak kalmaya devam ediyor.

Güney Kore ve Japonya, ABD’nin başlıca müttefikleri olup, bölgedeki Amerikan askeri varlığının merkez noktalarıdır.
Bu durum, Çin’in Asya’da hegemonya kurmasını zorlaştırırken, ABD için de Çin’in yükselişi karşısında artan bir tehdit algısı oluşturuyor.

Abd Çin Rekabeti

Tarihsel Perspektif: Çin-ABD İlişkileri

Çin ve ABD arasındaki ilişkiler, Çin İç Savaşı’ndan (1945-1949) bu yana büyük dalgalanmalar gösterdi.

1949’da Mao Zedong önderliğinde Çin Halk Cumhuriyeti kuruldu, ancak ABD, milliyetçi Çin hükümetini destekleyerek Tayvan’a kaçan milliyetçileri müttefik olarak kabul etti.

Uzun yıllar boyunca ABD, Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanımadı ve onu uluslararası arenada izole etti.
1970’lerde, ABD’nin Sovyetler Birliği’ni dengeleme ihtiyacıyla Çin ile ilişkilerde büyük bir dönüşüm yaşandı. Richard Nixon’ın 1972’de Çin’e yaptığı ziyaret, iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin başlamasına zemin hazırladı.
Bu dönemin ardından Çin, büyük bir ekonomik dönüşüm sürecine girdi ve olağanüstü büyüme oranları yakaladı.
Mearsheimer’a göre, ekonomik güç, askeri gücün potansiyel bir öncüsüdür. Çin’in ekonomik olarak büyümesi, doğal olarak onu askeri anlamda da küresel bir güç haline getirecektir.

ABD’nin Askeri Üstünlüğü ve Çin’in Hızlı Yükselişi

Bugün, ABD hâlâ askeri güç açısından dünyadaki en büyük ülke konumundadır, ancak Çin, dünyanın en büyük ikinci askeri üreticisi haline gelerek Washington’u endişelendirmektedir.

ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon), Çin’in savunma sanayiinde olağanüstü bir hızla ilerlediğini ve Amerikan ordusunun bu gelişmelere ayak uydurmakta zorlandığını belirtiyor. Washington, Çin’in askeri üretimini savaş dönemi mantığıyla yürüttüğünü, ABD’nin ise hâlâ barış dönemi mantığıyla hareket ettiğini savunuyor.

Askerî Harcamalar: ABD ve Çin Karşılaştırması

ABD, 2024 yılında yaklaşık 883 milyar dolarlık savunma harcamasıyla küresel askeri harcamaların neredeyse yarısını gerçekleştiriyor.

ABD’nin savunma harcamalarının GSYİH’ye oranı %3.4.
1980’lerde bu oran %7 civarındaydı, yani zamanla azaldı.
Öte yandan, Çin’in askeri harcamaları son 30 yılda katlanarak arttı.

1995’te 25 milyar dolar olan Çin’in askeri harcamaları, 2024’te resmi verilere göre 219 milyar dolara ulaştı.
Ancak, satın alma gücü paritesine göre bu rakamın 500-700 milyar dolar arasında olduğu tahmin ediliyor, ki bu da ABD’nin harcamalarına oldukça yaklaşan bir seviye.

Bu harcamalar, Pekin’in bölgesel ve küresel askeri gücünü artırmaya yönelik stratejisinin bir parçasıdır.

Çin’in Deniz Kuvvetleri: 2035’te Dünyanın En Büyük Donanması mı?

Çin, 2035 yılına kadar dünyanın en büyük deniz gücü olmayı hedefliyor. Ancak bazı analizler, Pekin’in bu hedefe aslında şimdiden ulaştığını iddia ediyor.

2014-2018 yılları arasında Çin’in deniz kuvvetleri, Almanya, Hindistan, İspanya ve İngiltere’nin toplamından daha fazla gemi denize indirdi.

Çin’in donanması, özellikle Asya-Pasifik bölgesinde ABD’nin deniz üstünlüğüne meydan okumak için genişletiliyor.

Şu an için ABD, nitelik açısından Çin’den üstün bir donanmaya sahip, ancak Çin’in gemi sayısı açısından öne geçtiği belirtiliyor.

Çin, sadece donanmasını genişletmekle kalmıyor, aynı zamanda hava kuvvetlerini de güçlendiriyor.

Çin’in Hava Gücü: H-20 Bombardıman Uçağı

Çin, bölgesel ve küresel askeri etkinliğini artırmak için gelişmiş savaş uçakları ve stratejik bombardıman uçakları üretmeye başladı.

H-20 bombardıman uçağının menzilinin yaklaşık 8500 kilometre olduğu tahmin ediliyor.
Bu uçak, 10 tondan fazla konvansiyonel ve nükleer silah taşıyabilecek kapasiteye sahip.
Bu, Çin’in gelecekte küresel askeri operasyonlar yapabilme kapasitesine ulaşmak istediğinin güçlü bir işareti olarak görülüyor.

ABD ve Çin Arasındaki Rekabet Bir Savaşa Dönüşebilir mi?

Mearsheimer’ın saldırgan gerçekçilik teorisi, ABD ve Çin arasındaki mevcut gerginliğin bir sıcak savaşa dönüşme olasılığını artırdığını öne sürüyor.

Çin, bölgesel hegemonya kurmak isterken ABD’nin güçlü askeri varlığıyla karşılaşıyor.
ABD, Çin’in yükselişini tehdit olarak görüp bölgedeki askeri varlığını artırıyor.
Tarih boyunca büyük güç rekabetleri çoğu zaman sıcak çatışmalarla sonuçlandı.
Eğer ABD, Çin’in yükselişini varoluşsal bir tehdit olarak algılamaya devam ederse, önümüzdeki on yıllarda büyük bir çatışma kaçınılmaz hale gelebilir. Özellikle Tayvan, Güney Çin Denizi ve Hint-Pasifik bölgesindeki gelişmeler, bu rekabetin nasıl şekilleneceği konusunda belirleyici olacaktır.

Daha önce Soğuk Savaş boyunca ABD ve Sovyetler Birliği, nükleer silahların yol açacağı karşılıklı yok oluş nedeniyle doğrudan bir savaşa girmekten kaçındı. Ancak, Çin ile ABD arasındaki rekabetin nasıl bir yöne evrileceği henüz net değil.

Önümüzdeki yıllar, dünyanın yeni bir Soğuk Savaş mı yoksa sıcak bir çatışma mı yaşayacağını belirleyecek kritik bir dönem olabilir.

Çin’in Askerî Stratejisi ve Artan Tehdit Algısı

Çin’in stratejik askeri yetenekleri, özellikle H-20 stratejik bombardıman uçağının devreye girmesiyle önemli ölçüde genişleyecektir. Bu uçak, ABD'nin Pasifik’teki önemli üsleri olan Guam ve Hawaii’yi hedef alabilecek kapasiteye sahip olacak.

Bu durum, Çin’in bölgesel askeri kapasitesini artırma amacının bir parçasıdır. Çin, donanmasını ve hipersonik füze sistemlerini geliştirerek ABD’ye karşı caydırıcılığını güçlendirmeyi hedefliyor.

Dong Feng-27 (DF-27) füzesinin menzilinin 8.000 kilometre civarında olduğu düşünülüyor, yani kıtalararası balistik füze kapasitesine yakın.

Dong Feng 27 (Df 27)

Dong Feng-27 (DF-27) 

Sızdırılan Çin raporları, bu füzenin özellikle ABD hedeflerini “Sıra İkinci Adalar Zinciri” (Second Island Chain) dışında tehdit altında tutmak için geliştirildiğini ortaya koyuyor.

Bu ada zinciri, Japonya’nın Bonin Adaları ve Volkan Adaları'ndan başlayarak Mariana ve Caroline Adaları üzerinden Batı Papua’ya kadar uzanıyor.

Çin’in hipersonik füze yetenekleri, savaş dinamiklerini kökten değiştirme potansiyeline sahip.

Bu füzeler ve gelişmiş izleme sistemleri sayesinde Çin, ABD uçak gemileri ve büyük savaş gemilerini Batı Pasifik’te etkisiz hale getirebilir.

“Erişimi Engelleme / Alanı Kapatma” (A2/AD) stratejisi, ABD ve müttefiklerinin kriz anlarında Pasifik bölgesinde serbestçe hareket etmesini engellemeye yönelik bir savunma doktrini haline gelmiştir.

Çin’in Bölgesel Deniz Gücü: 2030’a Doğru Hegemonya

Çin, deniz gücünü genişletmeye ve Güney Çin Denizi ile Pasifik’te daha etkili olmaya devam ediyor.

Balistik füze taşıyan gemiler, yeni nesil muhripler ve modern amfibi çıkarma gemileriyle donanmasını hızla büyütüyor.
“Birinci Ada Zinciri” (First Island Chain) bölgesi, Çin’in deniz kontrolünü sağlamaya çalıştığı öncelikli alanlardan biri.
Bu ada zinciri, Endonezya’nın kuzeyinden başlayarak Filipinler ve Tayvan üzerinden Japonya’ya kadar uzanan bir hat oluşturuyor. Uzmanlara göre, 2030’a kadar Çin, bu bölgede tam egemenlik sağlayarak ABD’nin bölgedeki hareket kabiliyetini kısıtlayabilir.

ABD’nin Tayvan ve Çin Politikası: Çatışma Kaçınılmaz mı?

2008’den bu yana, ABD uçak gemileri Tayvan’a yaklaşmamaktadır. Bu, Çin’in deniz stratejisinin Washington üzerindeki etkisini göstermektedir.

Ancak Çin’in avantajı, ABD’ye kıyasla daha sınırlı bir stratejik hedefe sahip olmasıdır:

ABD’nin askeri varlığı küresel çapta yayılmışken, Çin yalnızca kendi bölgesinde deniz hakimiyeti sağlamaya odaklanmaktadır. Fakat bu bölgesel hâkimiyet bile Çin ve ABD arasında doğrudan bir çatışmayı tetikleyebilir. Çünkü:

ABD, Çin’in kendi bölgesinde hegemonya kurmasını küresel çıkarlarına bir tehdit olarak görüyor. Çin, ABD’nin Asya-Pasifik bölgesindeki askeri varlığını, kendi güvenliği için bir tehdit olarak algılıyor. Mearsheimer’ın öngörüsüne göre, Çin bölgesel hâkimiyet sağladıktan sonra küresel etkisini artırmaya çalışacak ve bu da ABD ile doğrudan bir rekabete yol açacaktır.

Bu büyük güç rekabeti, Thukydides’in ünlü “Tuzak Teorisi”ne uyuyor. Yani, yükselen bir güç (Çin), hâkim bir gücü (ABD) tehdit ettiğinde, savaş kaçınılmaz hale gelebileceği belirtiliyor Al Jazeera'da yer alan haberde.

Ancak Çatışma Kesin mi? Alternatif Görüşler

Bazı uzmanlar, Mearsheimer’ın analizinin aşırı askeri odaklı olduğunu ve diğer baskı araçlarını göz ardı ettiğini savunuyor.

Çin, doğrudan bir çatışmaya girmeden zaman kazanmaya çalışabilir. Ekonomik ve teknolojik gücünü artırarak ABD’nin üstünlüğünü aşındırabilir. Bölgedeki diğer büyük oyuncular (Hindistan, Japonya, Endonezya) Çin’in hızlı yükselişini dengeleyebilir. Ayrıca, nükleer caydırıcılık Soğuk Savaş’ta olduğu gibi devreye girebilir. ABD ve Çin, sahip oldukları nükleer silahlarla birbirlerini yok edebilecek güçte olduğu için doğrudan bir savaştan kaçınabilir.

İki Kutuplu Dünya mı, Yoksa Yıkıcı Bir Savaş mı?

Çin, önümüzdeki on yıllarda askeri, ekonomik ve teknolojik kapasitesini artırarak ABD’ye rakip olacak bir süper güç olmayı hedefliyor.

Eğer Çin, ABD ile doğrudan bir çatışmaya girmeden gücünü artırabilirse, dünya Soğuk Savaş benzeri iki kutuplu bir düzene geçebilir.

Ancak, eğer Mearsheimer’ın teorisi doğru çıkarsa ve ABD ile Çin doğrudan bir savaşa sürüklenirse, dünya bildiğimiz haliyle sona erebilir.

Önümüzdeki yıllarda, ABD ve Çin liderlerinin alacağı kararlar, sadece iki ülkenin değil, tüm dünyanın geleceğini şekillendirecek.

Kaynak: Haber Merkezi