Al Arabiya’dan Huda Rauf’un analizine göre, Tahran, bölgesel nüfuzunu şekillendiren en önemli kartlarını, yani vekil güçlerini kullanma kapasitesini büyük ölçüde kaybetmiş durumda. Huda Rauf’a göre, bir dönem İsrail ve Washington’a meydan okumak için sıkça dile getirilen “cephelerin birliği” ve “mazlumların savunulması” gibi söylemler, bugün İran’ın resmi söyleminde neredeyse tamamen kaybolmuş durumda.
Huda Rauf, Donald Trump yönetimi döneminde İran’ın, müzakereye zemin hazırlamak adına yumuşak mesajlar vermeyi tercih ettiğini, ancak bu stratejinin karşılık bulmadığını aktarıyor. Huda Rauf’a göre, Trump yönetimi İran’a yönelik maksimum baskı politikasını sertleştirirken, özellikle petrol ve diğer ekonomik yaptırımları genişleten kararlar aldı. Bu gelişmelerin ardından, İran yönetimi müzakere dilini revize ederek, zayıf ve taviz veren aktör imajı yerine, gücünü sergileyen ve baskılara boyun eğmeyeceğini vurgulayan bir söylem geliştirdi.
Huda Rauf, caydırıcılık kavramını değerlendirirken, bu stratejinin hem askeri güç birikimi hem de bu gücün karşı taraf tarafından algılanması üzerine inşa edildiğine dikkat çekiyor. Ona göre, Hamas’ın başlattığı “Aksa Tufanı” operasyonunun ardından ortaya çıkan bölgesel denklemin en büyük kaybedeni, İran’ın liderliğindeki “Direniş Ekseni” oldu. Huda Rauf, Hamas’tan Hizbullah’a, Haşdi Şabi’den Beşar Esad rejimine kadar İran’ın tüm vekil unsurlarının ciddi bir zayıflama sürecine girdiğini vurguluyor. İran’ın sadece bu vekil güçleri sahada etkili bir tehdit unsuru olarak kullanma kapasitesini değil, aynı zamanda bu kartları İsrail ve ABD’ye karşı pazarlık aracı olarak değerlendirme imkanını da büyük ölçüde kaybettiğini belirtiyor.
Huda Rauf’un analizine göre, Gazze’deki çatışmalar boyunca İran doğrudan müdahaleden ısrarla kaçındı. Körfez’in güvenliğine veya Hürmüz Boğazı’ndaki ticaret yollarına dair tehditlerde bulunmadığı gibi, Kızıldeniz’de Husiler aracılığıyla bir kriz çıkarmaktan da uzak durdu. Huda Rauf’a göre, Tahran, Trump yönetimini müzakereye çekme umuduyla temkinli bir dil tercih etti. Ancak bu strateji başarısız oldu ve Trump yönetimi, petrol yaptırımlarını daha da sertleştirdi.
Bu süreçte, Huda Rauf’a göre, İran yönetimi söylem değiştirerek güç gösterisine dayalı bir stratejiye yöneldi. İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in, Washington ile müzakerelerin önemini küçümseyen mesajları da bu yeni stratejinin bir parçası olarak öne çıktı. Huda Rauf, İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan’ın da baskı altında müzakerelere karşı olduğunu açıkladığını aktarıyor. Bununla birlikte, ılımlı kanadın önde gelen ismi ve nükleer anlaşmanın mimarı eski Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin, “Rehber, müzakerelere kategorik olarak karşı değil. Mevcut koşullarda mesafeli olabilir ama şartlar değişirse bu tavır da değişebilir” sözleriyle daha esnek bir mesaj verdiğini ifade ediyor.
Huda Rauf’a göre, Ruhani’nin bu sözleri İran’ın caydırıcılık stratejisinin temelini de ortaya koyuyor. Rauf’a göre, bölgedeki vekil güçleri zayıflayan İran, elindeki en güçlü kart olarak nükleer kapasitesine sarılıyor. Bu nedenle hem Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın denetimlerini sınırlayan bir belirsizlik politikasını sürdürüyor hem de nükleer kapasitesini geliştirmeye hız veriyor. Huda Rauf’a göre, bu stratejinin amacı hem Washington karşısında pazarlık masasında elini güçlendirmek hem de bölgesel vekil ağının zayıflamasına karşı stratejik caydırıcılığı nükleer kart üzerinden inşa etmek.
Huda Rauf, Tahran’ın vekil ağlarıyla elde ettiği kazanımları küçümsemediğini, ancak bu ağın zayıflamasının İran’ın uzun vadeli stratejik hedeflerini tehlikeye attığını gördüğünü aktarıyor. Bu yüzden nükleer caydırıcılığın, İran’ın en kritik güvenlik sigortası olarak öne çıktığını vurguluyor.
Huda Rauf’a göre, İran’ın caydırıcılık mesajları sadece İsrail ve ABD’ye yönelik değil, aynı zamanda iç kamuoyuna yönelik psikolojik bir hamle de içeriyor. Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan’ın “Nükleer tesislerimiz vurulsa bile, İran’ın bunları yeniden inşa edecek yeterli bilgi ve insan kaynağı var” açıklamasını, Huda Rauf, olası bir ABD-İsrail saldırısının etkisini küçümsemeye yönelik bir söylem olarak değerlendiriyor. Ancak Huda Rauf’a göre, esas kaygı böyle bir saldırının İran’ın nükleer ve askeri kapasitesini yeniden inşa etme sürecini geciktirmesi ve içeride ekonomik-sosyal istikrarsızlığı tetiklemesi.
Washington ve Tel Aviv’in, İran’ın nükleer bilgi ve teknolojiyi yerlileştirdiğini gayet iyi bildiğini belirten Huda Rauf, bu nedenle nihai hedefin doğrudan İran’ı vurmak değil, Suriye ve Lübnan’ı İran için bir askeri bataklığa dönüştürmek olduğunu kaydediyor. Huda Rauf’a göre, İran’daki karar alıcılar arasında bu yorum giderek daha fazla kabul görüyor.
Öte yandan, Huda Rauf, bu tür söylemlerin bir kısmının iç kamuoyuna yönelik psikolojik bir hazırlık olduğuna da dikkat çekiyor. Huda Rauf’a göre, İran’da toplumsal huzursuzlukların ve rejim karşıtı hareketlerin önünü kesmek amacıyla “Bölgesel güvenliğimiz tehdit altında” mesajı sürekli işleniyor. İranlı karar alıcıların, Tahran’ın İsrail açısından bölgesel denklemlerde stratejik bir tehdit olmaya devam ettiğini bildiklerini ifade eden Huda Rauf, İran’ın Arap dünyasına yönelik tehditlerinin, İsrail’in hem bölgesel hem de uluslararası çıkarlarını pekiştiren bir unsur olarak işlev gördüğünü belirtiyor.
Huda Rauf son olarak, ne bölgesel ne de küresel aktörlerin İran’ın tamamen dağılmasını veya iç savaşın eşiğine sürüklenmesini istemediğini vurguluyor. Rauf’a göre, böyle bir senaryonun tüm bölgeyi derinden sarsacak ve istikrarsızlığı tetikleyecek sonuçlar doğuracağını herkes gayet iyi biliyor.