ÇALDILAR bizi bizden…
Hem de ne çalma. O kadar ustaca yaptılar ki bu çalma işini bizler bunu fark edemedik bile.
Sezemedik.
Bizden taraf göründüler.
Anamızın, babamızın dahası dedemizin kullandığı lisanı kullandılar.
Töreye, geleneğe buladılar cümlelerini çikolataya saklanan uyuşturucu misali…
Yetmedi tabi.
Bununla alacakları sonuç onlara kâfi gelmediğinden dini terimleri de kullanmayı ihmal etmediler. İslami literatürü ustaca eğip bükerek bizi vakitli vakitsiz çaldılar.
Biz ise oluşturdukları sahte güvenli alan sebebiyle kendimizi emniyette hissettik. Oluşturdukları sanal makamların avuntusuyla manevi olarak yükseldiğimiz, derece aldığımız vehmine kapıldık.
Olmuş, olgunlaşmış pozlarına girdik.
Kemâl ehli gibi görmeye başladık.
Bu sahte özgüven nedeniyle bizi uyaranlar olmuşsa da onlara kulak asmadık. Duyabileceğimiz kadar güçlü söyleyenleri ise yaftalamayı, etiketlemeyi tercih ederek onları “Zındık” kategorisine anında ekleyiverdik.
En iyi niyetlilerimiz bu kadar ileriye taşımamış olsa bile bu yaftalamayı “Zahirdir bu” dedik. 
Kabukla meşgul olduğunu, öze ulaşamadığını ifade ederek bir nevi sahte merhamet gösterisine yöneldik. Kendimizi marifetten, hakikatten konuşanlar mertebesine yükselttiğimizden avam olarak bellediğimiz muhataplarımızı cevizin kabuğunda kalanlar olarak tesmiye ettik ve duacı olmayı da ihmal etmedik. Uyanırlar inşallah dedik.

MAHSUNİ ŞERİF’İ severek dinlerim.
Üsküdar’da Cuma akşamları dostlarla ‘İkrar Sanat’ta’ ‘Muhabbet Bağı’nda bir araya geldiğimizde muhakkak kendisinden birkaç eser geçmeyi ihmal etmeyiz. Geçtiğimiz gün daha evvel dinlediğimi hiç hatırlamadığım bir eseriyle karşılaştım ve iliklerime kadar titredim. 
Mahsuni Baba burada söze “Kendi kitabıma girdim saklandım / Kelime kelime buldular beni/ Denizin dibinde ot oldum bittim / Balığın karnından yoldular beni” diye giriyordu.
Kendi tenhamızda ne kadar saklanmış olsak da buldular ve yoldular bizi.
Acımasızca hem de…
Ama hiç hissettirmeyerek, uyuşturarak, bize bir şeyler verdiklerine inandırarak.

VURULDUĞUM ve beni benden alan dizeler ikinci bölümde sökün ediyordu.
“Serden geçmez imiş sırrın' verenler / Daha dönmez Hak yoluna girenler / Ramazan davulu oldum erenler / Vakitli vakitsiz çaldılar beni”
Bizi Ramazan davulu olduğumuza ikna edenler sadece bu ayda değil kendileri ne zaman istedilerse o zaman çaldılar. Ne vakit işe yarayacağımızı düşündülerse o demlerde vurdular da vurdular davula.
Oradan çıkan seslerle kulaklarımız başka seslere, nefeslere, nutuklara yaban düştüğünden kendimize hapsolduk. İçimize kapaklandık.
Ve bunu marifet saydığımızdan başka arayışlara giremedik, gerçeği kendimizden perdeledik. Bizi bizden çalanların kalp ve iman hırsızı olduklarını tescil edemediğimizden mecnun misali vakitli vakitsiz ama aynı zamanda ahenksiz sesler çıkarıp durduğumuzun idrakine eremedik.

ÂŞIK, Cengiz Özkan’ın da çok güzel icra ettiği eserinde şöyle devam ediyor.
“Kadeh oldum, elden ele verildim / Bir can buldum öldüm, öldüm dirildim / Namaz postu oldum, dosta serildim / Kıble'siz mıblesiz kıldılar beni”
Sadece bedenimizi kıbleye döndürmüş olmayı yeterli gördük. 
Adalet kıblemizin şaşmasına aldırış etmedik. Avantayı, torpili, hak etmediğimizi almayı kıblemizin değişmesi olarak değerlendiremedik. Meşrebimizden olana şefkat göstermeyi, diğerlerini yabana atmayı merhamet terazisinin bozulması anlamına geldiğini anlayamadık. Emek çekmeden, uğraş vermeden varlık sahibi olmanın kıblenin yön değiştirmesi olduğunu kavramak istemedik. Dosta serilmiş olsak da yanlışı gizleyerek bunun hakkını veremedik. 

MESELE mühim değil mi?
Geçip gidelim mi, bir şey olmamış gibi…
Yok mu sayalım?
Ölüm uykusuna yatmış şu hâlimizi değiştirmek için yine en küçük bir çaba göstermeyelim mi?
Vakitli vakitsiz bizi çalmalarına yine razı mı olalım?
Ramazan davulunun sopası olmayı mı sürdürelim?
Kıblemizin şaşmasına göz mü yumalım?
“Gemisini yürüten kaptandır” güzellemelerine canhıraş bir halde devam mı edelim?
Hayır, edemeyiz. Kulağımızın üstüne yatmayı sürdüremeyiz. 
Sürdürmemeliyiz.
Ya Selâm!