Spiritüel sanatımızda ikonik sembolizm yankıları (II)

Abone Ol

Gündelik hayatımızda renklerin bize çağrışımı ve bu çağrışımda sembolizm psikolojisi etkisinde kalmamız oldukça mümkündür. Mavi insanoğlunda umudu, sonsuzluğu ve ferahlama hissini uyandırırken, pembe hayal dünyamızda huzuru ve sıcaklığı betimleyebilir. Eski Türk inanışlarında ananevi örflerin olduğunu bizler hep biliriz. Konak pencerelerinin önüne konan kırmızı çiçeklerin o hane içinde evlilik çağına gelmiş genç bir hanımın olduğunu, Sarıçiçek yine o hanede hasta ve yaşlı insanların olduğunu, mor renk konağın hanımına uygulanan şiddet olduğunu, siyah çiçek hane içinde taziye olduğunu ve kırmızı renk gençliğin hep habercisi olmuştur. Sembolizme inanların renkler üzerinden kurdukları telepati eski çağlardan beridir süre gelmiştir.

Sembolizm uzun çağlardan beri hislerimizin tercümanı olmuştur. Belki de Kabil'in Habil’i öldürdüğü günden beri ve onu nasıl ortadan kaldıracağını düşündüğü o günden bugüne... Siyah bir karganın toprağı kazarak onu yönlendirmesini de Allahu âlem bir sembol olarak düşünebiliriz. İnsanın ömründe var olan her şey, yaratılış gayesi ile ete ve kemiğe, renk renk surete, iyi ve güzelliğe bürünmüş halin, hakiki mana âleminde spritüel bir yaşamın sonucudur da denebilir.

Âlemlerden Âlemlere, boyutlara geçiş yapan insanoğlu bir damla suyla dünyaya düşmüştür ve yine bir damla suyla bu dünyadan yükünü alıp başka bir âlem için yolculuğa başlayacaktır. Ruh beden kisvesinde cismaniyetini gözler önüne sermiştir, oysaki ruh, manen bedenden daha üstündür. Hissetmek bedeni bir ihtiyaç değildir. Hisseden ruhlardır. Sevmek bedeni bir ihtiyaç değildir ancak güzel ruhlar hakiki sevgiye erişebilirler. Spritüel bir hayata iman ettiğimiz ve bu dava üzerinde hayatımızı şekillendirdiğimiz doğrudur zira; ruh, hakikatinin bedenden öte olduğunu hep bilmiştir. Ruh sûrâ üflendiğinde yeniden dirileceğini de hesaba çekileceğini de elbette iyi bilir. İşte tam burada vicdan devreye girmektedir vicdan bedene atfedilen bir özellik değildir ehil olan ruh vicdanı hisseder. Bu noktada beden ise yalnızca ruha hizmet eden bir amaçtır.

Spritüalizm, sembollere yüklediğimiz anlamların mana ruhudur aslına bakarsanız. İnsanlar gökyüzüne baktıklarında bir ferahlama hissederler, güneşin ışıltısının parıltılı ihtişamını bilirler ve sıcaklığını hissederler. Oysaki spritüel manada rüzgâr ruh gibidir, kimini keyiflendirir kimini de üşütebilir ama rüzgâr, maviye bürünmüş gökyüzü, sarıya boyanmış güneş gibi değildir. Rüzgârı hiç kimseler göremez onun bir kisveye ihtiyacı yoktur ve onun yalnızca bir görevi vardır. İşte tüm bu mana benliğinde yani spritüalizmde iç dünya bedenin içi, yani ruhun en önemli mevkiine sahip olmuştur.

Mevleviliğin aziz ruhu olan Mevlana, Mesnevi'sinde Lotus çiçeğinden bahseder. Bu çiçeğe spritüel inanışta büyük anlamlar yüklenmektedir. Budizmde Buda’ya adanan kutsal çiçek, Hristiyan âleminde Hz. Meryem’i, Sufilikte ise dervişliği temsil eden çiçek.

Peki neden?

Aziz Pir Mevlana Hazretleri mesnevisinde Lotus (nilüfer) çiçeğinden bahsederken “İlahi bir sır” olduğunu ikrar etmiştir.

Sufilikte bu çiçek neden özümsenmiştir? Hristiyanların "Hazreti Meryem Çiçeği" de dediği bu çiçek; bataklıkta 2 metreye kadar uzayabilen ve bataklıkta yetişen, çamurlu suyla beslenmesine rağmen yapraklarında sararma, kirlenme, pislenme ve kötü koku olmayan bir çiçektir. Ayrıca Lotus çiçeği hiçbir şeye ihtiyaç duymadan kendi kendini dölleyebilen tek çiçektir. Çekirdeklerini zamanı geldiğinde suya bırakır. Bataklık kuruyup üzerinden yüzyıllar geçtikten sonra yine o havza su ile dolarsa yeniden yeşerip hayat bulan bir çiçektir. Japonların "Koi" balığı, “hayatın sembolü”  Lotus çiçeğinin çekirdeklerini yiyerek hayat bulmuştur.

Peki, neden piri fani Mevlana bu çiçeğin de ruhu olduğuna inanmıştır?

Sûfîlikte, çilehanelerin sembolik olarak manen önemi oldukça büyüktür, rabıta hali tüm hallerin en üstünüdür denir. Zikirle geçen bu halvet halinde günahlardan, kötü ve kötülükten, cehaletten ve cahillerden, dünyalık ve dünyadan arınmak, yenilenmek tazelenmek hakiki manada iç dünyaya yapılan yolculukta kendini bilmek ve kendini bulmaktır hülasa; nefsinden arınmaktır. Çamurun, bataklıkların içinde yetişen Lotus; tazeliğini, temizliğini, güzelliğini ve tüm varoluş ihtişamını koruyabilen en ender çiçeklerden yalnızca biridir.

Bu hal "Nefsi Emmare" halidir. Çamur ve bataklık, dünya ve dünyalık olan her şey Lotus'u kuşatmıştır. Bataklığın içinde çamura bulanmayan bu çiçek, yapraklarının özellikleri sebebiyle üzerinde suyu ve pisliği barındırmamaktadır. İşte bu özellik her âdemoğlunun nefsini tövbe ile temizlenmesini temsil eder. Bu temizlik ilahi huzurda hakiki makama da delalet etmektedir. Zira makamları şerefli kılan insanlardır, makamların bir şerefi yoktur.

Bir gün yolunuz Konya Kubbe-i Hadray’a düşerse, (selam olsun o aziz Pire) Mevlevihane’nin avlusunun tam orta kısmında bulunan şadırvanın şekline iyice bakınız bu şadırvanın Lotus çiçeği şeklinde yapıldığını hemen fark edeceksiniz, yine pencere revzenlerinin üzerinde mermer kaidelere işlenmiş Lotus çiçeğini idrak edeceksiniz.

Uzak doğuda yalnızca hanedan ve soyluların kullanabildiği lotus motifinin mevlevihanede huzura çıkıldığında Sultan Veled'e ait olan cübbenin üzerine ince ince işlendiğini göreceksiniz. Yine 1500’lü yıllarda yazılan ve tezhib sanatımızda altın sıvama tekniği ile bezenen mesnevinin sayfalarında da lotus hatailerini temaşa edebileceksiniz.

Bedenlerimizi değil ruhlarımızı doygunluk, kâmillik mertebesine ulaştıralım zira peygamber efendimizin buyurduğu gibi "Ölüm gelip çatmadan evvel, şehvanî ve nefsanî hislerinizi terk etmek suretiyle bir nev'i ölünüz."

Vesselam.