HERKESİN herkesi acımasızca suçladığı bir devrin bahtsız insanlarıyız.
Acı her zaman acıydı. Gurbet her vakit gurbet…
Firkat her dem insanlığın kalbine katrandan zehri damlatıp duruvermişti her daim.
Söylenemeyen sözler her devirde ağırlaşırdı.
Gözüne aradığı gözü bulmayan her göz kederliydi.
Muhatabının gönlünü zirvelere çıkaramayan hangi söz kendini kanatlanmış sayıp bahtiyar olabilir ki…
Birleşemeyen ellerin sahiplerinin yolları nasıl birleşebilirdi ki…
Demem o ki, acı aynı acı, keder aynı keder, gurbet aynı gurbetti ama çağımız kadar acımasız ve suçlayıcı olmamıştı sanırım yaşayanları.
İlla da bir fark aranıp bulunacaksa buraya bakılabilir erenler.
…
GÖZ çukurları derindi.
Görme eksikliği yoktu ama ufka doğru saatlerce kesiksiz baktığı çok görülmüştü.
Bir beklediği var mıydı, hiç bilemedik.
Sevmiş miydi, sevilmiş miydi, kalbine sevdanın bayrağı dikilip dalgalanmış mıydı veya firkatin azap verici dişlileri arasında öğütülüp gitmiş miydi ümitleri, belirsizdi.
Sırrına kimseyi agah etmedi. Ucunu bile göstermedi.
Kapalı bir sandık gibiydi çevresi karılmış toprakla özenle sıvanmış.
…
AVCI olmaya haddim olmayarak niyetlenmiş yıllarımdı.
Güzel insan avına çıkıyordum.
Onların söz söyleme biçimlerine, selamlaşma tarzlarına, muhabbet yüklü merhabalarının edalarına, tokalaşmalarında kenetlenen gözlerine, bağır basmaları sırasındaki güven verişlerine, oturma adaplarına, birbirilerini dinlemedeki özenlerine, lafın sonu getirilmeden söz kesmemelerine, muhabbeti harlamak için aşk ocağının közünü karıştırma edeplerine ve daha nicelerine dikkat kesiliyordum.
İşte kendisine bu dönemimde rastlamış ve çok sevmiştim.
Ve ardından izinde yürümeyi hedef bellemiştim.
…
SORULARIN hedefi değişmişti bu çağın insanlarının…
Yaşamak için sormuyorlardı.
Öğrenmek de değildi aslında muratları…
Herkes söz tüccarı olmaya soyunmuş alıp satma derdine yakalanmışlardı.
Cüzdanlarında satılabilecek kaç söz olduğuna bakar olmuşlardı.
Ve tabi bunun mukabilince ne kadar itibar ne kadar caka ne kadar övgü ne kadar alkış alabileceklerine bakıyorlardı.
Kendisi insan sarrafı olduğundan bu niyetle yöneltilen sorulara nezaketin en ince libaslarına bürünerek “Senlik bir şey yok” diyordu.
…
SENLİK bir şey yok cümlesine takılmadım desem doğru olmaz elbette.
Epeyce meşgul etti yüreciğimi.
Evet, nazikti,
Evet, incelikli davranıyordu.
Evet, kimseyi incittiği, örselediği görülmemişti.
Evet, herkese değer katıyordu evvela kendisine olmak üzere.
Peki, o zaman bu sözün açılımı neydi?
Nereye dikkat çekiyordu?
Ne demek istiyordu?
…
HAKİKATTEN sıyrılıp sanal gerçekliklerin peşine düştüğümüz, maneviyatı yokluk değil varlık ve gösteriş arenasına çevirdiğimiz, ibadetlerin içini boşaltıp matematiksel değerlerle hesap eder oluşumuz, hatır sormak, gönül almak, vefa üzere yaşamak, merhameti tesis etmek, adalet üzere hareket edip her şeyi yerli yerine koymak, sevgiyi gerçek mihverine çekmek, aşkın kutsiyetini iade etmek, farkındalık demek olan âdemiyeti yeniden tesis etmek, gayretin atına binip didinerek tembellikleri üzerimizden fırlatıp atmak, kuru ve ruhsuz malumatlar yerine kesin bilgiye dayalı verilere ulaşmak, aklı işlettirmek, kalbi ihtizaza getirmek hususunda ciddiye alınacak bir eylemimiz olmadığından bizleri sarsıp titreterek kendimize gelmemiz ve “Nasıl yani” dedirtmek için her hamlemizde “Senlik bir şey yok” diyordu.
Oysa olmalıydı.
…
AŞK, muhabbet, merhamet, şefkat, empati, gayret, anlayış, müsamaha, sabır, ilim, irfan, hakikat, marifet bizlik şeyler olmalıydı. Kulluk bizlik olmalıydı. İnsanlık bizlik bir erdem olmalıydı.
Bizden ümidini kestiğini sanmıyorum. Eğer öyle olmasa bu kısa cümleyi diline pelesenk etmezdi.
Uyarmak ve uyandırmak derdine düşmezdi.
Haydi gelin kendimize bu vesileyle seslenelim. “Her senlik ve senin için” diyelim…
“Ama sen neredesin?” sorusunu da yanına iliştirmeyi unutmayalım.
Ya Selam!