Ruhumuzun Kopup Giden Parçası

Abone Ol

ÖRSELENİP duruyoruz.

Maruz kaldığımız yıkıcı kimi durumlar sebebiyle bedenimiz olmasa da canımız yani ruhumuz sürekli hırpalanıyor. Acılara sürükleniyoruz. Aşağılanmalar, ötekileştirmeler, tanımlamalar, bedensel yargılar gibi pek çok sebep dolayısıyla inciniyoruz. Can kuşumuz azap içinde kalıyor.

Değerlilik duygumuzu yitirmemiz evrenin aziz bir misafiri olarak kırıcı. Öz benlik diyebileceğimiz yaratılış haysiyetimiz zarar görüyor. Özgüven hasarı içindeyiz dolayısıyla.

KARAMSARLIK kapımızdan ayrılmıyor ruhumuzdan parçalar koptuğundan beri. Geçmişe dair korkularımız, geleceğe ilişkin kaygılarımız şimdi dediğimiz an’ı duvara yaslamış “Sobe” oyunuyla güvensizlik girdabında zehirliyor. Kutsallık içermeyen dünyevi hüzünler sonbahar yaprakları gibi üzerimize durmadan düşüyor. “Kederimiz kaderimizdir” yanlış anlayışıyla sevmekten, sevilmekten, coşkudan yana yasaklıyız. Güzellikler üstümüzden çekip alınmış ve başımızdan aşağıya katran karası kötücül duygu ve düşünceler boca edilmiş. Ardından gelsin işe yaramazlık ve atalet gibi hayatı kilitleyen düşünceler…  Bu kadar mı, hayır tabi ki.

Stres, kaygı, korku, depresyon, paniğim atak halleri, yalnızlık, kimseye kendini anlatamama durumları.

Ve enva-i çeşit bağımlılıklar…

Psikoloji profesyonellerinin “Toksik ilişkiler” olarak tarif ettiği temaslarımız bizi zehirliyor.

Travmatize oluyoruz. Ozanın “Yüz yerimde yârem var / El sanır sağ gezerim” dizesinde olduğu gibi ruhumuzun kopup giden parçasının peşinde tamamlanmak arzusuyla cesedimizi gezdirip duruyoruz.

Artık bizi başkalarının maniple etmesine gerek kalmıyor zira en âlâsını biz kedimize yapıyoruz.

Kendi güzelliklerimizin “Kundaklayıcısı” ve kendi iyiliklerimizin yangın çıkaran “Sabotajcısı” yine kendimizden başkası değil.

Nedense sözün burasında Atâullah İskenderî’nin şu anlatımını görmeden geçmek istemedim:

“Ne ki nefsine ağır geliyor, onu yap. Kaldırdığın ağırlık miktarınca sana ferah erecektir. Kederle dolusun. Merak ve endîşe içindesin. Demek ki hakîkati göremiyorsun. Karamsarlığın kaynağı ışıktan uzak durmaktır. Gayret atına bin, himmet dile ve ümîd et. Bidayeti parlak olanın nihayeti de parlaktır. Gönül eri garîb olmaz.”

YANLIŞ içinde olduğumuzu bildiğimiz halde melal içinde olmamızı, karamsarlığımızı sürdürmemizi ve gayret atına binmeyi düşünmememizi nasıl açıklayacağız?

Ruhumuzdan kopup giden iyilik parçalarını geri nasıl alacağımız hususunda akılcı stratejiler geliştirmeye yanaşmayışımızın izahı nedir?

Neden ruhumuzu yüceltip gönlümüzü seyran ettirecek ilham verici işler yerine kör kuyulara düşürecek eylemlere yöneliyoruz?

Hangi sebeplerle beden, gönül ve ruh birliğini bozacak fiilleri tercih ediyoruz?

Kendimizi bütün ve tamamlanmış hissetmemenin acısını daha ne kadar çekeceğiz?

..

SAVUNMA mekanizmalarını lüzumsuz yerlerde değil asıl buralarda harekete geçirmeliyiz.

Enerjimizi yanlış yerlerde harcadığımız müddetçe yaralanan vicdanımızı, örselenen ruhumuzu, kırılan kalbimizi onaramayacağız. Oysa buna çok ihtiyacımız var.

Ve acil…

SON zamanlarda sıklıkla önüme düşen bir kavram oldu: “Ruh parçasını geri almak.”

Muhtemelen sizler de görmüşsünüzdür. Işık üzerinde çalıştığını söyleyenlerin, şamanik danışmanların, spiritüel rehberlerin eşliğinde danışmanlık alanların meditatif çalışmalarına “Ruh Parçacığı İadesi Yöntemi” deniliyormuş.

Biz inanmışların bunlara ihtiyacı var mı?

Yüce Rabbimiz Nebi’sine gönderdiği vahye ruh demiyor mu?

Peygamberlere Cenâb-ı Hakkın indirdiği vahyin “Ruh” olarak anılmasının bize ifade ettiği bir şey yok mu? Ruhumuzun kopup giden parçası Allah’ın “Ruh” olarak tanımlanan kelamından uzak kalışımız olmasın? Mânen ölü oluşumuzun ruh olan Kur’an-ı Kerim’in hakikatlerini kendimize üflemiyor olmamızdan kaynaklanma ihtimalini hiç mi düşünmeyeceğiz?

Mecazi mânâda ölüm demek olan imansızlık yani Allah’a güven duyamamaya, tam bir itimat ve sadakat ilişkisi kuramamaya bu büyük kopuşun acı bir neticesi diyemez miyiz?

Kesin bilgi olan Kur’an’dan uzaklaşıp zanna dayalı aslında bilgisizlik demek olan temelsiz ve içi kof olan uydurma üfürmeleri asıl bilgi saymamız aklımızı ve gönlümüzü şirkin çalılarına dolamış olmuyor mu?

RUHUMUZUN kopup giden parçası olan vahye yeniden dönmeliyiz.

Acılarımızı başka türlü dindirmek asla mümkün olmayacak. Tarih zaten bunun en bariz şahidi.

Travmalardan kendimizi korumak ve örselenmiş hallerimizi geride bırakıp tekrar iman ile dirilmeye ihtiyacımız var. Nefis ve şeytan ile onun evliyası olan dostlarına karşı sahih savunma mekanizmalarıyla karşı koymak ancak böyle mümkün. Aynı kusurları tekrar etmekten vazgeçip samimi bir tövbe ve hemen ardından yapılan yanlışların izlerini silmek demek olan “Evvab” olmaya derhal başlamalıyız.

Yoksa ruhumuzun kopup giden parçasına hiç ulaşamayacağız.

Ve bu derbederlikle Allah’ın lütfu olan Kur’an’dan nasip almayan birçok yanlış sistemden medet ummaya, paralar yatırıp kendimizi sağaltmaya acıklı bir beyhudelikle çalışacağız.

Bir inanmış için bu hicran üstü hicrandır.

Ya Selam!