TOYLUK zamanlarımızdı. Gençlik başımızda duman olduğundan rüzgârımız hızlı esiyor, ekmeden biçiyorduk. Aklımızın ermediği, bilgimizin yetmediği, dilimizin izah edemediği dahası bileğimizin çözemediği hiçbir şey yoktu. Güçlüydük. Kudretliydik. Gözümüzü budaktan sözümüzü dudaktan esirgeyecek değildik elbet.

TOYLUK zamanlarımızdı.

Gençlik başımızda duman olduğundan rüzgarımız hızlı esiyor, ekmeden biçiyorduk.

Aklımızın ermediği, bilgimizin yetmediği, dilimizin izah edemediği dahası bileğimizin çözemediği hiçbir şey yoktu.

Güçlüydük.

Kudretliydik.

Gözümüzü budaktan sözümüzü dudaktan esirgeyecek değildik elbet.

Kanımız delice akıyordu zira…

Dün öğrendiğimiz ama hakim olmadığımız, önünü, arkasını bilmediğimiz daha da önemlisi hazmetmediğimiz bilgileri çılgınca satıyorduk.

Başkalarına da tebliğ ettiğimizi sandığımızdan otobüste arkadaşlarla belirli mesafelerde durarak yüksek sesle konuşurduk. Bu şekilde başkalarının duymasını sağlayıp onları da güya engin bilgilerimizden yararlandırmayı önemsiyorduk.

Yolculardan biri itiraz edecek olursa vay onun haline.

Keten helvalar cayır cayır yanıverirdi alimallah.

Böyle durumlarda sataşmayı, baskın çıkmayı, sözü harlamayı cihat zannederdik.

Karşı tarafın ne söylediği hiç mi hiç önemli değildi.

İçinde hakikat barındırabileceği, eksiğimizi tamamlayabileceği, yanlışımızı düzeltebileceği aklımızın ucundan bile geçmezdi.

O kadar emindik yani kendimizden ve malumatlarımızdan.

Anlayacağınız birkaç arkadaş kendimizi cesur ve bilgili yolcu otobüsü mücahidi olarak görüyorduk.

MEVSİMLER tazelendi.

Yıllar birbirini kovaladı.

Ezberlerimiz bozuldu.

Şablonlarımız yıprandı.

Teşhislerimiz isabet etmedi.

Attığımız oklar yerini bulmadı.

Bizde de ilk zamanların heyecanı kalmadı.

Kısacası içine girdiğimiz atmosferin sihri bozuldu.

Öğrendiklerimizin kesin doğrular olmadığını fark edip kabullenmek ise hiç kolay olmadı.

Bütünüyle olmasa da belirli bir ölçüde cahilliğimizi idrak etmeye başladık.

Direnmekten vazgeçip kabule geçtik.

AMA öncesinde hatırı sayılır bir direnç gösterdik.

Reddettik.

Bunun için kenetlendik.

Ortak savunmalar geliştirdik ama nafile…

Bu sancılı halimize uzunca bir dinlemeden sonra vakıf olan güngörmüş bir ihtiyar bize şu cümle ile nefes alabileceğimiz bir menfez araladı:

'Reddetmek emek ister!'

ÇARPILMADIK desem çarpıtmış olurum.

Konunun mihverini dağıtmış sayılırım.

Gerçekten dumura uğramış olduk, gözlerimiz fal taşı gibi açıldı ve hep bir ağızdan 'Nasıl yani?' dedik.

Aklımda kalan cümleler aşağı yukarı şöyleydi:

'Ne bildiğini bilmek biraz da neyi bilmediğini bilmektir. Elbette savunduğun inancın, fikrin, düşüncenin tüm ayrıntılarına vakıf olmalısın. Kaynaklarına inebilmelisin. O konuda varsa farklı yorumlar onlara da ulaşmalısın. Meseleye üç yüz altmış derece bakabilmelisin. Ve bunları yaparken kendini özgür bırakmalısın. Sahiplendiğin fikrin mahkûmu değil savunucusu, izah edicisi, anlatıcısı olmalısın. Varsa eksik bilgin telafi etmelisin. Yanlış algını tashih edebilecek cesareti gösterebilmelisin. Bunlar ve daha fazlası cebinde olmalı…'

Biraz nefeslendi, gözleriyle yüz mimiklerimizi okumaya çalıştı ve itiraza mecalimizin olmadığını gördüğünde devam etti.

'Reddettiğiniz fikre de emek vermelisiniz. Savunduklarınıza hakim olduğunuz kadar karşı çıktığınız hususlara da aynı derecede hakim olmalısınız. Yoksa yaptığınız ciddiyet barındırmaz. Emek vermediğiniz bir konuya karşı çıkmak cehaletinizi ortaya koymaktan öte bir şey değildir. Karşı fikre saygı duyamıyorsanız bile tartıştığınız kişiye duymalısınız. Bu erdemliliktir.'

Çöküp kaldık tabi.

Böylesini hiç beklemiyorduk.

Meseleye şu yaşımda baktığımda ne kadar haklı olduğunu itiraf etmekten öte bir şey yapamıyorum.

Sahiplendiğimiz düşüncelere emek verdiğimiz kadar karşı olduğumuz fikirlere de emek vermeyi göze alabildiğimiz zaman ilmin kokusunu almış sayabiliriz kendimizi.

Ya Selam!