Otoriter milliyetçiliğin güçlenmesinde belirleyici olan, genel olarak varsayıldığından “oldukça farklı bir düzeydeki” ekonomiden kaynaklıdır. Bireysel ya da kolektif ekonomik durumlar biçiminde olmayıp, çatışma biçimindedir.
Otoriter milliyetçiliğin güçlenmesinde belirleyici olan, genel olarak varsayıldığından 'oldukça farklı bir düzeydeki' ekonomiden kaynaklıdır. Bireysel ya da kolektif ekonomik durumlar biçiminde olmayıp, çatışma biçimindedir. Ekonomik ve sosyal rejimin modernizasyonu üzerinde, bilhassa etkin işleyişi, kişinin kendi ulusal ekonomisinin "rekabet edebilirliğini" sürdürmesi ve dolayısıyla başkalarının pahasına iyi yaşamayı sürdürme olasılığı adına bir ön koşuldur. Dolayısıyla otoriter milliyetçiliğin tek yanlı ekonomist okumasıyla billurlaşan toplumsal çatışmayı kültürelleştirmekle ilgili olamaz. Lakin merkezde bu ayrılmaz iç içe geçme, ekonomik ve sosyal değişim dinamiklerinin birbirine indirgenemeyecek, kolayca eşitlenemeyecek etkileşimleri vardır. Bu sebeple çatışma konusu aynı zamanda yüzeyde "kültür"ün müzakere edildiği yerdir. Daha derin bir düzeyde "(ulusötesi) kapitalist güdümlü değişimin dinamikleri", artan baskı, belirsizlikler ve çalışma yaşamına uyum sağlama baskısı ve artan sosyal, coğrafi hareketlilik, büyüyen çeşitli yaşam modelleri ve "bölgeyle geleneksel, ataerkil bağların çözülmesi, rol anlayışları, aile imajları" üzerinedir.
Kapitalist güdümlü bu modernleşme süreçlerinin bir sonucu olarak, toplumsal "orta" gündelik pratik terimlerle değişti; daha tasarruflu ve kültürel olarak çeşitli hale geldi.
Her ikisi de kendilerini daha önceki düzenin vaatlerine yönelten, bu önceki koşullar altında kendilerini "orta"nın bir parçası olarak algılayan sosyal grupların parçalarının normallik beklentileriyle temelden çelişen, toplumsal bağlamların artan karmaşıklığının boyutlarıdır. 'Pek çoğu, iyi yaşamla ilgili fikirlerinin yalnızca işlerin gidişatıyla değersizleştirildiği üzerine değil, aynı zamanda siyasi temsilcileri tarafından da ihanete uğradığını hissetti. Rol modeli olarak (uyumluluk) adı altında yeni modeller ilan edildi. Bu "yeni azınlıklar" arasında yapıcı ve demokratik bir şekilde başa çıkamayan veya bunu yapmak istemeyen, ancak kesintisiz toplumsal izlerinden sorgulanmayan hiyerarşik ilişkiler aracılığıyla yetkililerin suçlamalarına başvuranlar için, suçu Kültürel olarak 'ötekilere' yönelen, tek taraflı kendini bir kurban olarak biçimlendirmeyi geri çeken AfD; zamanın çarkını geri döndürme vaadiyle cazip bir teklifte bulundu: "2015 yazının mültecileri 'küreselleşmeyle beklenmedik bir buluşma' idi. Adaletsiz küresel dağıtım koşullarının karşı tepkilere yol açacağına dair bir önseziyi, yaygın bir tedirginliği doğruladı. Bu 'buluşma', iş ve yaşam dünyasında hızlanan fiili ve beklenen yapısal değişimler nedeniyle, sosyal düzen model ve normlarının tartışıldığı gündelik pratiklere kadar istikrarsız bir toplumu vurgular.
Yeni-milliyetçilik, bir düzen modelinde iç ve dış güvensizliği ortadan kaldırmak adına ideolojik ve düzenleyici bir teklifte bulunur. Lakin şimdilerde ciddi bir şekilde formüle edilmeseler bile, akla gelebilecek birkaç tekliften sadece biri, %12.6'nın bunu kabul ettiği gerçeğine bağlı kalınması gerekiyor. Zira değişim deneyimleri, nüfusun önemli ölçüde daha büyük kesimleri adına rahatsız ediciydi ve olmaya devam etmekteydi. Mesele şu ki, çoğu onu farklı şekilde işler. İnsanların güvensizliğe kin ve ırkçılıkla tepki vermeleri gereken bir 'otomatizm' yoktur. Lakin eğer yaparlarsa, o zaman ciddiye alınmaları, bu tür tutumların hak ettiği tam reddi deneyimlemeleri gerekir. Şu anda mesele "onları geri kazanmak" değil; onlar, ilgili araştırmaların defalarca köklü otoriter ve ırkçı tutumların taşıyıcıları olarak tanımladığı, toplumun %20-25'inin parçalarıdır.
Sağ partilerin seçmenlerinin kendi imajlarına göre 'adalet' talep etmeleri, bu nedenle 'aslında' otoriter-milliyetçi siyasetin taraftarı olmadıkları; nihayetinde daha dayanışmacı bir toplum istedikleri yanılgısına yol açmamalıdır. Acı gerçek şu ki, "adalet" hiçbir şekilde kendi başına ırkçılık veya ayrımcılık karşıtı olmak zorunda değil. Aynı zamanda etnik, ırkçı ideolojilerle tamamen uyumlu "adil" bir ayrımcılık sistemi olarak da istenebilir. Eğer bir kişinin kendi grubu adına adalet, belirli diğerlerinin (örneğin: göçmenler, kadınlar, siyahiler) sembolik ve maddi yoksunluğuyla ölçülüyorsa o zaman mesele özgürleştirici bir evrenselciliğin özel bir türü olmayıp, onun tam tersidir. Bunun, mevcut duruma ilişkin bazı etkili sol görüşlü yorumcular tarafından gözden kaçırılması, çok tehlikeli yanlış ittifakların oluşumunu teşvik ettiği adına talihsiz bir durumdur. Hem ilerici neoliberalizm hem de otoriter milliyetçilik; mevcut güçlerini, her biri adına sınıf hizipleri arasında dikey ittifaklar kurmalarına, bunları seçimlerde seferber etmelerine olanak tanıyan; tutarlı, kapsayıcı anlatılara sahip olmaktan geçiyor.
'Küresel dayanışma solu' şu anda böyle bir anlatımdan yoksun olup; böylesine dikey bir ittifak yeteneğini geliştirememiş olmasının nedenlerinden biri de bu aslında. Sorun, sosyal alanın tepesindeki seçkinler arasında destek eksikliği olması değil, orta ve dezavantajlı kesimler arasında bir yer edinmenin mümkün olmamasıdır. Böyle bir anlatı arayışının kalın tahtası, emperyal algı ve düşüncenin söylemsel bölgesinin dışına çıkması gereken üçüncü, küresel bir dayanışma kampının anlatısının 'delinmesi' gerekiyor. Bu, sadece yeni hareket etme yeteneği yaratacaktır. Zira 'çalışma odasına' geri çekilmek adına bir rica olarak anlaşılmamalı; özgürleştirici anlatılar ortak mücadelelerden doğar. Bu nedenle, solda da bir sınıf ittifakının kurulması adına çalışmak ve yönelim bozukluğu, güçsüzlük deneyimlerini otoriter, dışlayıcı bir şekilde işlemeyenler için artık elzem; toplumsal karşı seferberliği bir araya getirmenin geniş ve etkili yoludur.