Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en büyük depremini, 27 Aralık 1939 Erzincan’da yaşadı. 7,9 büyüklüğündeki Erzincan depreminde resmî kayıtlara göre 32 bin 968 kişi hayatını kaybetti, 100 binden fazla insan ise yaralandı.

Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en büyük depremini, 27 Aralık 1939 Erzincan'da yaşadı. 7,9 büyüklüğündeki Erzincan depreminde resmî kayıtlara göre 32 bin 968 kişi hayatını kaybetti, 100 binden fazla insan ise yaralandı.

Cumhuriyet tarihimizin yaşadığı ikinci büyük deprem, 17 Ağustos 2099'da meydana geldi. 7,4 şiddetindeki 'Marmara depremi' tek kelime ile korkunçtu. Resmi kayıtlara göre 17 bin 118 canımızı verdik toprağa. Ben, Marmara depremini, İstanbul Sefaköy'de yaşadım. Deprem sonrasında kaldığımız evi terk ederek yakın bir toplanma alanında sabahlamıştık. Yıkılan evler, enkaz altından çıkartılan cesetler, anasın babasını kaybeden çocuklar, evladın kaybeden ana-babalar… Yüreklerimiz dağlanmıştı. Aynı yılın kasım ayında meydana gelen Düzce depremi, 894 kişiyi aramızdan koparıp aldı. 1 Mayıs 2003 tarihinde Türkiye'nin doğusunu etkileyen "Bingöl depremi" meydana geldi. 6,4 şiddetindeki depremde 177 vatandaşımızı kaybettik. Bingöl depreminin hemen akabinde Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayip Erdoğan ki o zaman üç aylık başbakandı Bingöl'e giderek incelemelerde bulundu sonra da bir konuşma yaptı. Yaptıkları konuşmada: 'Kırılan fay değildir. Kırılan ar damarıdır. Depremde insanlarımızın ölmesi, sadece malzemeden çalma hırsızlığı değildir, aynı zamanda insanlık hırsızlığıdır. Kader diye geçiştirilemez. Tedbirli olmak, aklını kullanmak, insanın en büyük vasfıdır. Türkiye yıllarca har vurup harman savurma mantığıyla yönetildiği için bu sonuçlar yaşanıyor. Deprem konusunda yıllardır hiçbir önlem alınmadı, hiçbir çözüm üretilmedi. Depremlerde ortaya çıkan felaketin asıl sebebi, kamudaki yolsuzluklardır, yönetim sorunudur.', demişti. Bir büyük gerçeğin altını çizen o zamanın başbakanı Sayın Recep Tayip Erdoğan, yerden göğe haklıydı. Deprem kader değildi, yönetim sorunuydu.

Aradan, 17 koca yıl geçti. Takvim yaprakları 24 Ocak 2020'yi gösteriyordu. Kıştı, kıyametti, dondurucu bir soğuk vardı. Depremin adresi bu defa Elazığ'dı. Akşam karanlığı çökmek üzereydi saatler 20.55'igösteriyordu. 6,8 şiddetindeki deprem Elazığ ve çevresini fena salladı. 42 vatandaşımızı kaybettik bu depremde. Maddi hasar, büyüktü. AKP iktidarı devam ediyordu. Ancak 2003 Bingöl depreminde söylenenler unutulmuştu. Depremde hayatlarını kaybedenler için 'kaderleri bu', denildi. Deprem için de 'Allah'tan geldi' algısı oluşturulmaya çalışıldı. Kısacası insanların demir hırsızlığı, çimento hırsızlığı, haksız kazanç hırsı; devletin zemin seçimindeki duyarsızlığı, ihmal, tedbirsizlik kadere yüklenerek Allah suçlandı. Oysa büyük gerçek, Türkiye'mizin dünyanın en aktif tektonik kuşaklarından birisi olan Alp-Himalaya deprem kuşağında yer almasıydı. Ve biz, ülke olarak depremle yaşamaya mecbur ve mahkûmduk. Deprem felaketinden kurtulmanın tek çaresi vardı. Sağlam zemin üzerine depreme dayanıklı binalar inşa etmek ve insanımızı olası bir depreme karşı eğitmek.

Peki, geçirdiğimiz deprem felaketlerinden ders aldık mı? Hayır! Allah'ın insanoğluna bahşettiği aklın mahsulü ilme uygun hareket ettik mi? Hayır! Deprem gerçeği ile yaşamak zorunda olduğumuzu idrak ederek gerekli tedbirleri aldık mı? Hayır! Oturduğumuz evlerin bize ve çoluk çocuğumuza bir gün mezar olacağını düşündük mü? Hayır!

Biz vatandaşlar olarak bunları yapmadık. Peki, 23 yıl 'insanı yaşat ki devlet yaşasın' düsturuna inanmış görünen devleti yönetenler ne yaptı? 13 Temmuz 2001 yılında 4708 sayılı Yapı Denetim Kanunu çıkardı. Çıkardı da ne oldu? Kağıt üzerinde mükemmel olan bu kanuna uyuldu mu? Hayır! Hırsız yine hırsızlığını, vicdansız yine vicdansızlığını yaptı mı? Evet!

Başka ne yaptı devleti elinde tutan yönetim? Kızılay gibi her felaketten sonra çadırı, sıcak çorbası ile yanı başımızda gördüğümüz 1868'den zamanımıza hizmet üreten, örgütlü, deneyimli Kızılay'ı itibarsızlaştırdı, etkisizleştirdi. Depreme dirençli yerleşim alanlarını tespit etmedi. Peki, ne yaptı? Tıpkı Akdeniz ormanlarımızı bir baştan diğer başa yakan yangınlarda olduğu gibi, tıpkı Karadeniz bölgemizdeki sel baskınlarında olduğu gibi, tıpkı Soma ve Bartın maden cinayetlerinde olduğu gibi tedbirsizlikten doğan her felaketi 'kader planına' bağlandı.

Bütün bu kanun tanımazlığın, aymazlığın, tedbirsizliğin, liyakat ve basiretsizliğin sonucu korktuğumuz başımıza geldi. Ülkemizi ve milletimizi yasa boğan en büyük felaketle, Maraş depremini yaşamak zorunda kaldık ve kahrolduk. 11 ilimizi içerisine alan resmi kayıtlara 44 bin 556 kişinin enkaz altında kalarak can verdiği, yüz binden fazla insanın yaralandığı asrın felaketi, yüreklerimizi dağlandı. Yaklaşık 15 milyon insanın yaşadığı Kahramanmaraş, Hatay, Adıyaman, Malatya başta olmak üzere Urfa, Gaziantep, Kilis, Adana, Diyarbakır, Osmaniye, Elazığ ilerimiz onulmaz yaralar aldı. Söyleyecek sözü kalmayan yönetim; bu defa da acizliğini, yetersizliğini, basiretsizliğini, tedbirsizliğini, vurdumduymazlığını, aymazlığını örtbas için 'devlet nerede?' diye eleştirenlere küfretmeye başladı. Ne diyelim. Ölene kader, kalana keder, padişahım çok yaşa!