Şark, bir sürgünler coğrafyasıdır. M.Ö’den 21. yüzyıl’a kadar Şark hiçbir zaman sürgünlerden azade kalmadı. Bu coğrafyanın halkları gibi aydınları da hep sürgünlere maruz kaldı.
Şark, bir sürgünler coğrafyasıdır. M.Ö'den 21. yüzyıl'a kadar Şark hiçbir zaman sürgünlerden azade kalmadı. Bu coğrafyanın halkları gibi aydınları da hep sürgünlere maruz kaldı. Sürgün adeta bu kadim hikmet coğrafyasının kaderi olmuştur. Baskıcı krallıklar, diktatörler ve askeri cuntalar için hakiki entelektüel ve mütefekkirin varlığı hep bir sorun olarak görülmüştür. Şarkın hakiki aydınları da hiçbir zaman halklarının veya vatanlarının maruz kaldığı yıkımlara bigane kalmamıştır.
Sürgün hem davetkardır hem de kışkırtıcıdır; ancak her halükarda sürgünde yaşamak korkunç bir travma deneyimidir. Sürgün, insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin hakiki yuvası arasına konulmuş derin ve kapanmayan bir hendektir. Ondaki keder ve hüznün tarifi yapılamaz. Tarih ve edebiyat, her ne kadar sürgünü kahramanlık, romantik, şerefli ve onurlu ufuklar açan bir olgu olarak tasvir etseler de; tüm anlatılanlar, hikayeden, yabancılaşmanın ve yalnızlaşmanın kötürümleştirici acısını hafifletme gayretinden başka bir amaç taşımaz. Hayatı sürgünde geçen Filistinli ünlü düşünür Edward Said, sürgün halini 'Kış Ruhu' adlı kitabında şöyle tasvir eder: 'Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır.'
Her ne kadar Mısırlı aydınlar için İstanbul bugün bir sürgün karargahı olmuşsa da, Osmanlı'nın son dönemlerinde Osmanlı aydının sürgün yediği ana merkezlerden biri Mısır idi. Mısır'a kimler sürgün edilmedi ki, siyasetçisinden edebiyatçısına, akademisyeninden sanatçısına bütün Osmanlı aydının kaçıp sığındığı birer limandı İskenderiye ve Kahire. Kahvehanelerinde aydınlar Türkçe münazaralar yapar, matbaalarında Türkçe dergi ve kitaplar basılırdı.
Sultan Abdülhamid'in iktidarı döneminde Mısır'da sürgünde yaşayan yüzlerce aydın arasında iki nevi şahsına münhasır isim vardı; Biri şair Eşref diğeri ise Neyzen Tevfik'tir. İkisi de şair, nüktedan ve sert siyasi eleştirileri ile bilinirler. 1908'de ilan edilen İkinci Meşrûtiyet'e kadar 8 yıl Kahire'de yaşarlar. Mısır'ın kahvehanelerinde ve kulübelerinde sürgündeki dostları ile bir araya gelir vakit geçirirlerdi. Kimi zaman da Mısır'a kaçıp gelen aydınlara sahip çıkan Prens Mehmet Ali Paşa'nın evinde buluşurlardı. Şiddetli tartışmaların yaşandığı bu mahfillerde şair Neyzen Tevfik konuklara saatlerce ney üflerdi. Kahire Jön-Türklerin de kaçıp sığındığı yer olduğu için Neyzen Tevfik, bazen birilerinden yardım istediği zaman 'Git başımdan con musun, cin misin' diye tepki gördüğünü ifade eder.
Neyzen Tevfik, Mısır sarayının olduğu gibi Mısır sokaklarındaki serseri insanlarında çok sevildiği kişi olmuştu. Parası olduğu zamanlar Mısır sarayına davet edilmiş orada ney üflemiş taltiflere Mazhar olmuş, parası olmadığı zamanlarda Kahire ve İskenderiye sokaklarında serseriler ile vakit geçirmiş ve onlara da ney üflemiştir. Mısır halkının yerel Arapça lisanını da öğrenen Neyzen Tevfik, hem zengin hem fukara Mısırlıların gece alemlerinde aranan ismi olmuştur. Neyzen Tevfik, bazen el-Ezher Üniversitesi'nde ünlü Mısırlı alim Muhammed Abduh'un tefsir derslerine de iştirak etmiştir. Dostları alkol bağımlısı Neyzen Tevfik'i alkolden alıkoymak için söz alsalar da Neyzen her zaman ki akşamında yeminini bozmuştur. Bundan dolayı Türkiye'de 'Neyzen Tövbesi' bir deyim haline gelmiştir. Neyzen Tevfik, Kahire'deki günlerini büyük oranda şair Eşref ile geçirmiştir.
1908'de İkinci Meşrûtiyet'in ilanında Türkiye'ye dönen Neyzen Tevfik'i ailesi İzmir'de karşılamıştır. Ailesi Neyzen'in Mısır'da uzun yıllar saraylara davetli olduğunu bildiği için zengin olarak ülkeye döneceğini düşünür. Fakat Neyzen Tevfik ülkeye yanında bir köpek ve bir bavulla çıkagelir. Neyzen Tevfik, babasının 'Yıllardır Mısır'da ne yaptın?' sorusuna Ezher Medresesi'nde Şeyh Muhammed Abduh'dan ders aldığı cevabını verir. Babasını hayal kırıklığına uğratmamak için fazla ayrıntıya girmek istemez.
Hasılı kelam, bu coğrafya sürgünlerini yaşamaya devam ediyor. Edward Said, önceki sürgünlerle, günümüz sürgünlerini birbirinden ayırır. Ona göre, modern savaşlar, emperyalizm ve baskıcı/zorba yöneticilerin yarı-teolojik ihtirasları bu ayrıştırmada önemli bir rol oynamaktadır. Bu açıdan yaşanılan asır, gerçek anlamda bir mülteciler çağı, yerinden edilmiş kişi çağı ve kitlesel göç çağıdır.