İşte bir kez daha dünya ikincisi olduk. Bu kez taklit ekonomisinde Çin'den sonra ikincilik kürsüsüne çıktık. Hiç kimse burun kıvırmasın. Ekonomistlere göre, geri kalmış bir ülkenin gelişmesinde taklit ekonomisi uygulamak, sanayiyi geliştirmek için zorunlu bir aşama(ymış).

İyi de biz geri kalmış bir ülke değiliz ki der gibisiniz… Geçelim bunu.

ÇİN DE KİM OLUYOR?

İki üç sene sonra Çin'in birinciliğine bile göz dikebiliriz.

Gazete manşetlerinde, bedeniyle ruhu aynı potada buluş-a-mayan grotesk bir varlık gibi duruyor Türkiye ekonomisi.

Dünya ticaretinin yüzde 17'si taklit ürünlerden oluşuyormuş. 350 milyar dolarlık taklit pazarında Türkiye'nin payı 1 milyar dolar.

Büyüyoruz! Muhteşem !

Üretme, düşünme, emek harcama, kısa yoldan dön köşeyi. Taklit mal üret, orijinal üretim yapana göre çok fazla kar elde et. Ar-Ge'ye para harcama. Reklam ve tanıtım harcamaları ise orijinal ürün için yapıldığından oradan da yırt. Sıfır maliyet.

Bu ülkenin tarihi kısa yoldan köşe dönücülerle, faizle bir gecede milyarder olanlarla dolu değil mi zaten.

Dönüyorum tekrar ekonomik verilere...

Türkiye taklit spor giyimde yüzde 19 ve hazır giyimde yüzde 10 ile Çin'in ardından ikinci. Aksesuvarlarda yüzde 12 ile Çin ve İtalya'nın ardından üçüncü. Türkiye'de en çok taklit edilen markalar; Adidas, Puma, Nike ve U.S. Polo. Elektronik eşyada ise en çok Panasonic, Microsoft, Citizen ve Sony'nin taklitleri yapılıyor.

Taklit üreten illerde İstanbul, Kocaeli, Bursa, İzmir, Aydın, Denizli, G.Antep, Adıyaman, Ş.Urfa, Diyarbakır ve Ağrı başı çekiyor. Türkiye'de üretilen taklitler en çok Avrupa, Ukrayna, Rusya, Mısır, Kuzey Afrika ve Türk Cumhuriyetlerine gönderiliyor. Diğer önemli taklit üretim merkezleri ise; Tayland, Filipinler, Vietnam, Rusya, Ukrayna, Brezilya, Pakistan ve Paraguay.

Yok yok... Ben kötümserim. Taklit maklit büyüyoruz ya...

BİR DE İMOVASYON VAR

Akademisyen Oded Shenkar'ın imovasyon (inovasyon+imitasyon: Yenilikçi taklit) kavramı geliyor aklıma. Shenkar imitasyonun, esinlenmenin önemini hatırlatırken bunu yenilikçi ve geliştirici şekilde yapmanın sanılandan çok daha derinlikli yaklaşımlarla mümkün olduğunu aktarır bir kitabında. Shenkar, imovasyonu küçümsememek gerektiğini, başarılı taklitçilerin karmaşadan ve karmaşık iş modellerinden çekinmediğini vurgular.

Çocuk da öyle değil midir? Model alarak öğrenir; bunun da ilk aşaması taklittir. Yani taklide tu kaka derken durup düşünmek gerek belki de... O zaman gerçekten de övüne övüne başarılarımıza yeni bir başarı daha ekleyip, "Dünya ikincisiyiz" diyebiliriz.

Diyebilir miyiz acaba? Sanmıyorum. Shenkar'ın söylediği başka bir şey.

Taklidin, esinlenmenin bir adım ötesine geçebildiği zaman büyür çocuklar. Türkiye büyümeyen bir çocuk gibi... Eski bir çocukluk hastalığı olarak taklitçilik gelişmemiş -ya da gelişmesine izin verilmemiş- bünyelerde yapışır kalır bir asalak gibi. Kendisine ait bir düşüncesi olmayan, bakış açısı üretemeyen insanların yöntemidir. Evde okulda, "Fikir yürütme, dediğimi yap" diye büyütülen çocuklardan yaratıcı düşünce ve devamında üretim beklemenin anlamsızlığını çok iyi biliyorum bilmesine... Diğerlerinden farklı bir şeyler yapmaya çalışanların "Başımıza icat çıkarma" veya "Eski köye yeni adet getirme" diye paylandığı bir toplumda, yeni fikirler beklemek biraz hayal kurmaya benziyor.

Gelişmiş Avrupa ülkeleri "Mor İnek” gibi kavramları çıkarıp farklı olmak gerektiğini, sürüden ayrılmanın şart olduğunu ileri sürerken, Türkiye'nin gençleri "Sürüden ayrılanı kurt kapar” zihniyetiyle yetiştiriliyor. Sonuçta da çıkış kapısı olarak taklitçilik kalıyor.

Şimdi başarı bunun neresinde!

SAHTE CENNET ADASI

Türkiye, sanki kocaman bir Truman Show adası gibi. Sahte bir cennet içinde herkes, şov programının yapımcısı Christof'un kendilerine biçtiği rolü oynuyor. Gerçek olmayan bir iyimserliğe kendimizi o kadar kaptırıyoruz ki, övünülecek bir şey olmayan taklitçiliği bile, bir adım sonrasında marifete dönüştürebiliriz. Truman Burbank gibi bu adada sakin, huzurlu, barış içinde, sevgi dolu bir şekilde yaşayıp gidiyoruz. Ortada hiçbir sorun yok. Herkes iyi niyetli, saygılı, nazik... Truman'ın kapısının önünden her gün aynı saatte aynı adam geçiyor, işyerleri her gün aynı repliklerle açılıyor... Tıpkı Türkiye gibi… Biz de aynı haberlere hep aynı başlıkları atıyoruz. Aynı sözcüklerle sevinip, aynı sözcüklerle üzülüyoruz. Her şey tek tip... Tıpkı Christof'un, bir izleyicinin, "Truman bu kasabanın gerçek bir mekan değil de, bir film seti olduğundan hiç şüphelenmiyor mu?" sorusuna verdiği yanıt gibi, "Dünyanın (Türkiye'nin) gerçekliğini, bize sunulan haliyle kabul ediyoruz."

Christof yönetiyor, biz oynuyoruz, dünya izliyor.

Ve ben, tam artık kurtulduğumuzu sanıp, güneşli bir günde denizde, teknemizle ilerlerken, birden gökyüzüne çarpıp, yıllardır gökyüzü olarak gördüğümüz şeyin, gökyüzü görünümlü bir set duvarı olduğunu ne zaman anlayacağımızı merak ediyorum.

Büyüyoruz! Taklitlerimizden sakının!