BİR satıcıdan küçük yaşında duymuştu. Elindeki ürünü çok parlak cümlelerle uzun uzadıya anlattıktan sonra sözlerini şöyle bağlamıştı. “Kusursuz bir uyumu var.”

BİR satıcıdan küçük yaşında duymuştu.

Elindeki ürünü çok parlak cümlelerle uzun uzadıya anlattıktan sonra sözlerini şöyle bağlamıştı.

'Kusursuz bir uyumu var.'

O günden beri bu cümle hep aklında kalmıştı ve bunu her konuya uyarlama alışkanlığı edinmişti.

Her meselede ilk aklına gelen 'Kusursuz bir uyumu var mı?' oluyordu.

Bu hali giderek bir takıntıya dönüşse de o bundan vazgeçmiyordu.

O kadar ki, çevresi kendisinden adeta yılmış, birer, ikişer onu terk edip yalnız bırakmışlardı.

Yine de kararından caymamıştı.

Oysa hayatını zorlaştırıyor, yer yer çekilmez durumlara sürüklüyordu.

Derken karşısına kendisi gibi biri çıktı.

Hayatlarını birleştirdiler.

Ve…

Kusursuz bir uyum ile yaşayıp gittiler.

EMR-İ HAK vaki oldu ve yalnız kaldı.

Kusursuz uyum bozulmuştu.

Her şey tersine dönmüş gibiydi.

Çok zorlandı.

Yıprandı.

Yaşamak istemediği zamanlar bile oldu.

Hep onu ve onun kusursuz uyumunu arıyordu ama nafile.

Bulamıyordu.

Bu onu hayata uyumsuz hale getiriyordu.

Kusursuz uyum durumu kusursuz uyumsuzluğa hızla evrildi.

SORGULAMAYA başladı.

Aslında kusursuz uyumun kusurlu olduğunu gördü.

Hayatın dümdüz olmadığını, olamayacağını kavradı.

T cetveli gibi olunamayacağını geç olsa da idrak etti.

Hayatın inişleri, çıkışları olmalıydı.

Ki, onları düzeltip uyumlu hale getirirken kendi eksiklerini giderebilsin ve fazlalıklarını törpüleyebilsin.

Senkron bir hayat tuzun biberin eksiliği gibiydi.

Kişinin düşünmesine ve kendisini geliştirmesine engel teşkil ediyordu.

Âhenk güzeldi lakin arada dişliler takılmalıydı ki, arızayı gidermenin tadına varılabilsindi.

Başkalarına ilişkisini tarif ederken 'Etkileyici detaylarda aynîlik yaşıyoruz' diyerek gururlanırdı.

Şimdi bunun insanın kendisini aşma konusunda ne kadar geri bıraktığını şaşkınlıkla görüp tespit ediyordu.

Hayalindekini bulup tam bir ortaklık geliştirmenin bağımlılığa götürdüğünü ve zamanla kişiyi yaşamın diğer renklerinden ve bazı duygulardan geri bıraktığını itiraf ediyordu.

Dayanıklılık seviyemiz aynı diye övünürken keşke farklı olsaydı da birbirimize merhamet edip şefkat göstereceğimiz alanlar olabilseydi anlayışına gelmişti.

Ağrı eşiği, acıya dayanıklılık seviyesi ayrı olmalı ki, kişi muhatabı üzerinden kendini tanımlayabilsin, tanıyabilsin fikrine ulaştı.

Orantılar mükemmel olmamalı. Bazı açı farklılıkları neşe katar güne.

Bazı giderilebilir kusurlar barındırmalı ki, kişilikler gelişip dönüşebilsin, değişebilsin.

Pürüzsüzlük insanı gizler, duyguları örter, imkanların açığa çıkmasına mani olur.

Artık böyle düşünüyordu.

KUSURSUZLUK arayışı belki de en büyük kusurumuzdu.

Mükemmeliyete vurgun oluşumuz yediğimiz en büyük vurgundu.

Orantı saplantımız bizi bulunduğumuz noktaya acımasızca saplamıştı.

Kendimizi dışarıya kapatmamız, içimize kapaklanmamızla sonuçlanmıştı.

Ve elbette kibrimizi kabartmıştı.

Egomuzu cilalamıştı.

Üstünlük duygumuzu şaha kaldırmıştı.

Diyorum ki, bizde geç kalmayalım.

Kendimize bu kötülüğü yapmayalım.

Kusursuz bir uyum arayışından vazgeçip kul olduğumuz bilincine ulaşalım.

Ki, tevazu elbisesini kuşanabilelim.

Ya Selam!